“Gözlerinin içine bakmak istiyorum. Gözlerimin içine bak
istiyorum. Gözlerin gözlerime değsin, gözlerin gözlerimde sonsuzluğu görsün
istiyorum. Sen, gözlerimde sonsuza dek sadece sen olacağını hisset istiyorum.
Sesini duymak istiyorum. Sesimi duy istiyorum. Beni dinle
diye umut edebiliyorum sadece. Beni dinle, anlatayım sana bendeki seni. Öğren
ve anla bendeki seni, idrak et seni ne kadar çok sevdiğimi…
Elini tutmak istiyorum. Elimi tut istiyorum. Tenim tenine
değsin, sevgimi hisset istiyorum. Tenin tenime değsin, bendeki değerini anla
istiyorum. Ben sana bir kez olsun dokunabilmek için ne kadar istekliyim, ama
seni kendimden bile sakınıyorum, bil istiyorum.
Evet, istiyorum, tüm bunlar olsun istiyorum. İstiyorum ki,
anla sen, seni senden bile çok sevdiğimi. İstiyorum ki; hisset sana olan
sevgimi…”
Bunlar çok sevebilecek birisinin satırları. Bunlar halen aşka
inanan birinin satırları. Bunlar henüz bir milyonuncu kez reddedilmemiş birinin
satırları.
Böylece daha bir açıklayıcı oldu sanki.
İnsan neden bu denli çok sever?
Ya da, nasıl böyle sevebilir?
Var mı bir açıklaması? Olabilir de, olmayabilir de.
Anlatmaya çalışayım size:
Günün birinde birisi ile karşılaşırsınız. O kişiyi gördüğünüz
anda tıpkı elektrik çarpmış gibi en ufak zerreciğinize kadar bir aydınlanma
hissedersiniz. İşte o aydınlanma anı sevmenin başladığı andır. Sevmek eylemi
tıpkı bir bebeğin anne karnında büyümesi gibidir. Büyüdükçe özellikler kazanır,
her şey yerli yerine oturur, sevgi giderek gelişir ve olgunlaşır. Sonra bir gün
o sevdiğiniz kişiye “seni seviyorum” dersiniz, ilk defa. İşte o çocuğun doğum
anıdır. Ancak çocuğun yaşayıp yaşamayacağına siz değil karşınızdaki kişi karar
verir.
Kısacası, her şeyi siz yaparsınız ama son noktayı o koyar.
Bencilce bir şey gibi durur ama öyle gerekir.
İşte sevmek, hissetmek, açılmak ve karşılık beklemek
eylemleri böyle şeyler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder