16.09.2013

Bir İntiharın Otoportresi - Bölüm 2 : Artık Sabah Uyandığım Ses Annem Değil

Karanlıkta yazı yazmak… Kimine göre imkânsız, kimine göre zor, bana göre zorunluluk. Yazıyorum, çünkü yapacak başka hiçbir şeyim yok. Elbette karanlıkta, simsiyah bir odada, soğuk ve yamuk yumuk taşların üzerinde kör bir şekilde yazmaya çalışmak, bunu bulduklarında okuyabilirler umarım…

Daha önce giriş yapmıştım, şimdi ise anlatmaya başlıyorum yavaştan. İlk kez havalandırmaya çıktığımda, pek sevgili (!) mahkûmlarla ki o kadar iyi insanlar ki bir saatlik havalandırma süresinde görüp görebileceğiniz en güzel şey üzerinde koyu kırmızı boya ile “Kahrolsun Faşizm” yazan yaklaşık 15 metre yüksekliğindeki dev duvarlar. İşte o ilk sefer, daha çaylaktım tabi, herkes bir köşede kendi halinde volta atıyor sohbet ediyor, ben ise bir köşe başında oturmuş boş bakışlarla etrafı izliyorum. İşte tam da o anda, o geldi yanıma, “Deli Kasım”.

Rivayete göre, eskiden çok sakin ve güler yüzlü bir adam olan bu adam, karısının ağabeyi ve babası ile ortak bir yatırım yapmaya kalkışmış, ancak her ikisinin de kendisini dolandırdığını ve karısının da bundan haberdar olduğunu öğrenince delirmiş, önce yeni açtıkları dükkânı yakmış, sonra içeride kayın pederi, kaynanası, karısının ağabeyi ve onun ailesinin evini başmış, hepsinin boğazını kesmiş ve sonrasında da evi ateşe vermiş. Bu kadarla da kalmamış Kasım ağabey, son olarak da kendi karısını ve iki evladını “o soysuzların kanını taşıyorlar” diyerek öldürmüş ve evinin bodrumuna gömerek üzerlerine beton döktürmüş..

Düşüncelerini tahmin etmek zor değil. Aslında plan mükemmelmiş, ta ki bir polis memuru Kasım’ın bir hafta içerisinde evinin bodrumunu neden iki defa beton döktürdüğünü öğrenene kadar. Meğer daha üç gün önce ilk kat beton dökülmüş zaten, bir de kamuflaj için ikinci kat dökülünce polisler şüphelenmiş ve olayı çözmüşler, Kasım ağabey de itiraf etmiş dokuz kişinin katili olduğunu…

Saatler… Bunlar benim son saatlerim, bunlar son satırlarım, bir şansım daha olacak güneşi görmek için, ama gördükten yaklaşık 2-3 dakika sonra ben artık nefes almıyor olacağım. Bu satırları yazarken aklımda planımın son kontrollerini yapmaya devam ediyorum. Büyük bir keyifle heveslerini kursaklarında bırakacağım, tüm keyifleri kaçacak, öfkeden deliye dönecekler, bense, tam da son nefesimi verirken gözlerimi onlara doğru dikeceğim ve yüzümde hınzır bir gülümseme olacak. Nasıl mı olacak? Dur, daha var ona…

Ah, saat altı buçuk oldu galiba, gardiyanların nöbet değişimi, dur bakayım bir dinleyeyim kim gelmiş beni son yolculuğuma uğurlamaya… Hayır! Olamaz!
Bu nasıl bir şans, iyi mi kötü mü, o, burada. Söylemişlerdi daha önce, eğer iyi davranırsanız gardiyanlara, bazıları günde 10-15 dakika daha az dövüyorlar sizi, onlar döverken duymuştum, son saatlerimde yanımda olacak olan adamı, şef gardiyan, nam-ı diğer “tek kişilik ordu” Kemal… Bu adı nereden mi almış? Biliyorum onu da, anlatacağım yakında…

Eskiden, yani buradan önce, yaşlı annemle beraber yaşıyordum, güya koskoca adamdım ama her sabah annem erkenden kalkar, kahvaltıyı hazırlar ve uyandırırdı beni, kendimi bildim bileli… Son sekiz haftadan beri ise, ne zaman uyandırılacak olsam, pekiyi niyet sahibi gardiyanlar idam mahkûmu olmamın da etkisi ile bana acıdıklarından dolayı, diğer mahkûmlara yaptıkları gibi sessizce hücrelere girip demir coplarını tam da karın boşluğuna vurarak uyandırmaktansa bana bir kıyak geçip hücremin kapısına son güçleri ile vuruyorlar. Belki diğerleri gibi acı ve nefes kesintisi ile uyanmıyorum, ama bir türlü alışamadım o sese, zaten alışmakta mümkün değil, o tok sese… Bak bu sabah olmadı mesela, son sabahım diyedir herhalde, işte bir idam mahkûmuna yapılan son dakika kıyağı, nasıl ama?

Eda… Nereden geldi ise aklıma, çocukluk aşkım falan değil, o ilk ve tek gerçek aşkım benim. Hayatımda çok kadın tanıdım, böyle dediğime de bakmayın, yakışıklı falan değilim, hatta birçok kadın beni sırf yakışıklı olmadığım için reddetti, biri şöyle demişti; “biraz daha yakışıklı olsan evlenirdim seninle”.

Ben bunlardan hiçbir anlam çıkaramadım, belki siz çıkarırsınız diye yazıyorum.

Benim neredeyse hiç erkek arkadaşım olmadı, arkadaşlarım hep kadınlardı, onlarla hep daha iyi anlaştım, her ne kadar hiç biri beni gerçekten sevmemiş de olsa ki bazıları vardı ki, sadece işleri düştü mü, sadece canları sıkkın oldu mu ararlardı, onun dışında telefonla ararsın, açmazlar, kısa mesaj atarsın 1-2 saat sonrasında geri dönüş yaparlar, o da mırın kırın olur, görüşelim, konuşalım dersin, daha 10 dakika önce hiçbir işim yok evdeyim derken bir anda ay çok meşgulüm valla tuvalete gidecek vaktim yok, sonra konuşalım mı olur.

Kimler mi bunlar?

Merak mı ettin?

Dur bakalım aslanım sakin ol..

Ona da sıra gelecek…


Devam edecek.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder