18.09.2013

Bir İntiharın Otoportresi - Bölüm 4 : Paylaşılsa Yalnızlık Olmaz

Mum giderek küçülüyor. Yine de karanlıkta nereye ve nasıl yazdığını bilememekten iyidir. Geri sayımım devam ediyor. Bende yazmaya devam ediyorum, son satırlarımda elimden geldiğince kendimi anlatmaya çalışıyorum, sonumun ne olduğunu biliyorum, nasıl olacağını da… Merak ediyorsunuz değil mi? Durun, yakında…

Biz dönelim ilk defa havalandırmaya çıkışıma ve Deli Kasım’a. Geldi yanıma, sordu bana o tok sesiyle, “sen misin o idamlık?” diye. Nasıl da nursuz bakışları var, anlatamam. Bende artık kaybedecek bir şeyimin olmamasının rahatlığıyla cevap verdim: “evet, o benim. Bir sorun mu var?” diye. Adam kaldı. Bildiğin kaldı. Şaşırdı. Benden böyle bir cevap gelince bir anda herkesin gözü kulağı bize döndü elbette. Hepsinde acaba bir aksiyon olur mu heyecanı… Siz de merak ettiniz değil mi? Onu da anlatacağım, az daha sonra…
Yine bir 10 dakika ara verdim yazmaya, son hız yazmak, hiç durmamak, anlatmak istediğim her şeyi kağıda dökmek istiyorum, amacım bu şu anda, olur ya biri bunu okursa hem benim neler yaşadığımı bilsin hem de kendi adına yaşadıklarımdan ders alsın istiyorum. 

Belki bir gün, ha?

Biraz önce Kemal ağabey geldi, son gardiyanım. Son yemeğinde ne istiyorsun diye sordu. Bu konuda daha önce hiç düşünmemiştim, annem geldi birden aklıma, ne de güzel yemekler yapardı bana, her gün, babam bizi terk edip gittiğinden beri onun her şeyi olmuştum ben, çünkü babamın gidişinden kendini sorumlu tutuyordu ve beni de onun gibi kaybetmek istemiyordu. Bunun için adeta kendini paralıyordu. Annemin yemekleri, benim en sevdiklerim… “Fırında beşamel soslu tavuk, göğüs etinden olacak, iri tane şehriye ile yapılmış pirinç pilavı, taze sıcak ekmek, elma dilim patates kızartması ve sınırsız kola…” deyiverdim birdenbire. “Ağzının tadını biliyorsun ha” dedi Kemal gardiyanım ve çıktı.

Biraz da ilgi çekici şeyler yazmaya başlasam mı diyorum. Ne dersiniz? Ne yazayım? Aşk? İhanet? Dram? Komedi? Yok, komedi olmaz, ne kadar içim rahat olsa da şu anda, ki bu psikolojimin ters tepkisi oluyor, ama komik şeyler yazmak zor, yazmak için yazarım istesem, ancak o zaman yazdıklarımın sonunu okumaktan vazgeçersiniz. İşimi biliyorum galiba…

Ben en iyisi size aşktan bahsedeyim. Eda konusuna giriş yaptım, ona ilerleyen satırlarda devam edeceğim, sonlara doğru yazmayı planlıyorum ki son anlarımda onu son gördüğümdeki gibi asil, güzel ve gülümseyerek hatırlayayım ve bu bana güç versin…

Bugüne kadar hep Eda’dan sonra iki kez daha sevdim dedim, aşık oldum sandım, ancak sonradan farkına vardım ki onlar aşk değilmiş. Evet, her ikisi de akıllıydı, çok güzeldiler, kültür sahibi idiler, ben hep kendimi onlara layık görmedim ancak sonradan anladım ki böyle bir şey yok, onlar benim gibi bir adamla birlikte olacak insanlar değillerdi. Kimler miydi bunlar? Anlatıyorum…

Önce ikinciden başlayayım, öbürü daha ayrıntılı anlatılması gereken bir assolist hikayesi, ilginizi çekecektir, hatta, şu fantezim gerçek olsa, bu yazdıklarımı postalamalarını isteyeceğim editör bunları yayınlamaya karar verse, herkes anlar, her şeyin bilgim dahilinde olduğunu, onu nasıl sevdiğimi…

Neyse, biz gelelim ikinciye… Adı Meryem. Aynı okuldan mezunuz. Başlangıçta ondan çok hoşlandım, hatta sırf bunun için tanıştım onunla, yeri geldi “ben onunla evlenirim” bile dedim insanlara. Ön yargı sahibi olmayın, iyi de olsa… Son yargınız dürüst olsun, kendinize…

İşte böyle, gün geçtikçe onun ne olduğunu anladım, insanlara temiz bir tablo çizdiğini ancak arka planda saklı olan gerçeklerin yalnızca bir tanesinin bile onun rezil olduğunu kanıtlayacağını öğrendim, dostlarım da yardımcı oldular tabi bu konuda, bir arkadaşım vardı, ortak arkadaşımız, “herkesin arkada kirli çamaşırları vardır” demişti bana, buraya gelene kadar anlamamıştım, teşekkürler arkadaşım…

Siz, siz olun, her insana körü körüne inanmayın, o kişi kim olursa olsun ona kolay kolay içinizi dökmeyin, tıpkı benim başıma geldiği gibi, siz de anlatırsınız başınızdan geçenleri, önce yuh derler nasıl yapmış derler sonra bir bakarsınız ki zayıf noktanız budur, bunu kullanmayan odundur misali sizi kullanıp kendilerine bağlarlar. Sen, ne olduğunu belli ettin, hadi güle güle diyebilmek ne de güzel olurdu…

Saatler geçtikçe hava giderek soğuyor. Kaldığım yerde pencere namına tek şey hücremin kapısındaki görüş deliği, ancak oradan gelen sesleri temel alarak rüzgarın giderek fırtınaya dönüştüğünü rahatlıkla söyleyebilirim. O ses, Azrail’in sesi. Normalden farklı ama, “canını alacağım senin” demiyor, “al canını da gel yanıma” diyor. O da farkında yani şeytani planımın, ha plan mı?

Dur anlatayım; bak şimdi..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder