30.09.2013

Türk

Türk dendiği zaman etnik bir şey sanıyorlar. Alakası yok. İşte bu nedenle “eğitim şart” diyoruz ya.

Türk kelimesini etnik bir anlama sokabilmek için yanına başka bir şey getirmen gerekiyor. Örnek veriyorum; “Bosna Türkleri – Uygur Türkleri – Kırgız Türkleri, vb.”. Bu kadar basit bir şey işte.

Zorlamaya gerek yok yani. Ancak işi gücü başımıza bela açmak olanlar bunu da kullanıyor.

“Affedersiniz bize Rum dediler” diyor, Rum olunca vebalı mı oluyorsun ah gerizekalı?

Sen kim oluyorsun da Rumlara kötü laf ediyorsun. Hangi sıfatla televizyonlarda ırkçılık yapıyorsun?

Bunlar bilmez. Açık ve net söylüyorum; bunlara 2+2 kaç eder desen danışmanlarına sorarlar. Tek başlarına bir şey yapmaktan acizler çünkü. Bu nedenle tek başına ayakta durabilen herkese saldırıyorlar. Kıskanıyorlar çünkü. Başka bir nedeni yok.

Şampiyon sporcular yetiştireceğiz, gençlerin elinde bilgisayar olacak diyor, şampiyon sporcu diye önümüze çıkardığı terbiyesiz sanki ermeni kökenli olmak kötü bir şeymiş gibi “bir avuç ermeni Taksim’i ele geçirmiş” diyor. Bilgisayarlı gençlik istiyoruz diyor, Kasımpaşalı gençleri Beyoğlu’na ellerine sopa verip salıyorlar. Sonra da “bunlar hep cehape zihniyeti” diyor.

YERSEN!

Size söylemedikleri şeyi ben söyleyeyim. Türk dediğiniz zaman; o kelimenin içinde Orta Asya’da yaşayan da var, Arnavut da var, Gürcü de var, Makedon da var, Kırgız da var, Ermeni de var, Yahudi de var, var da var!

Sahte diplomalarla üniversite mezunu olduğunu göstermeye çalışanlar bilemez; Türk kelimesi global kelimesine benzer anlam bakımından. Türk dediğin zaman; herkesi kapsayan, ortak olan, eşit olan demek anlamına gelir aslında.

Ama bunların anladığı Türklük ancak İslam’daki Sünni’lik ile Şii’lik gibi bir mezheptir. Neden mi? Bunlar Hitler’in Mussolini’nin karışımıdır da ondan. Bunlar ırkçının ağa babasıdır.

İşin daha da kötü tarafı, bunlar dindar da değil. Her şey gösteri amaçlı. Geçenlerde Kabe’de görüntüleri çıktı beyimizin, İslam eşitliktir diyor ama kendi kuyruk korkusundan başkalarının ibadetlerini yerine getirmesini engelletiyor korumaları ile. Bu mu Müslümanlık? Bu mu inanmak?


Şaka gibi bir ülkede yaşıyoruz. Siz, siz olun; gözünüzü açın biraz. 

29.09.2013

Sıcak Çikolata Günlükleri - 2

Varlık ya da varlıksızlık.

Günün konusu bu.

Aslında, anlatacak bir şey yok. Çok net.

Mi?

Değil elbette.

Varlıktan kasıt; para pul mal mülk değil.

Olsa, kolay olurdu anlamak.

Varlık; kişinin kendini bir yere ait hissetmesi. Oraya evim diyebilmesi. Oradaki insanları sevse de sevmese de onları kabullenebilmesi. Gerektiğinde onları koruyabilmesi. Gerektiğinde onlar için kendini ateşe atabilmesi. Varlık bu işte. Var olmak gibi.

Bu konuda pek çok tartışma var elbette. Olmalı da. Neden mi?

Yapılan araştırmalarda insanların sadece ve sadece %2’sinin kendilerini gerçek anlamda bir yere ait hissettikleri ortaya çıkmış. Yani, nüfusun yaklaşık %98’i kendilerini ailelerine bile ait olarak görmüyor. Bunun başlıca nedeni kimsenin ailesi ile fotokopi gibi benzememesi. Bazılarında fark az oluyor, bazılarında çok. Önemli olan, fark olması.

Evet. Fark olması gerekiyor. Yoksa yaşıyor musunuz ölü müsünüz, bir farkı kalmıyor.

Hayat bu kadar basit şeyler üzerine kurulu işte. Onu zor hale getiren bizleriz. Bunu biliyoruz, ancak düzeltmiyoruz. Düzeltemiyoruz değil, düzeltmiyoruz. Çünkü, canımız yansa bile bu zorluklardan zevk alıyoruz.

Unutmayın, her şey bize bağlı.

Gelelim varlıksızlığa..

Hayat kadar basit değil burası. Öyle hemen tam tersi işte demeyin. O kadar da değil. Artılar ile eksileri bu kadar çabuk eşleştirmeyin. Belki artılar artı, eksiler de eksi değildir çünkü.

Karışık mı oldu? Bence gayet net.

Varlıksızlık; kişinin taşıması gereken karakteri taşıyamaması. Karaktersiz diyoruz ya, o işte bu. İnsan karaktersiz mi olur, olsa olsa kötü bir karakteri olur diyorsunuz değil mi?

Olur. Karaktersiz insan da olur. Bal gibi olur. En çok da, siz istemediğiniz zaman olur.

Nasıl mı?

Onu da çevrenizi gözlemleyerek öğreneceksiniz. O kadar çok örnek var ki. Ben burada birini anlatırım, siz onun üzerinden gidersiniz. İnsan beyni böyle işliyor çünkü. Farkında olmanız gerekiyor.


Dikkat !

27.09.2013

Sende Değil Bende Değil Bu Sorun Kimde Ulan

Bazen işler olması gerektiği gibi gitmez. Kimilerinin deyimiyle; “doğru kişi yanlış zaman” olur. Oysa böyle bir şey yoktur. Doğru kişi vardır da, zamanın yanlışı doğrusu olmaz. Problem, olduğuna inandığın zaman başlar.

Hani bazen işler olumsuz gidiyormuş gibi görünür ya, sana bana bize, belki de o anda her şey olması gerektiği gibi gidiyordur da biz bunu anlamıyoruzdur. Sonuçta, tarih tekerrür eder. Bunu asla unutmamak gerekir.

Şairin dediği gibi; hayatta her şey birbirinin tersidir. Doğrular yanlış, yanlışlar doğrudur. Elbette uygun şartlar oluştuğu zaman. Aksi takdirde yanlışlar ile doğrular bulamaç olur. Kimse işin içinden çıkamaz. Çıkabilenler de hain ilan edilir. Olmaması gerekeni savunan durumuna düşerler ama olması gereken onların savunduğudur. Hayat, bir değişik yani.
Bazen her şey güzel gider. Son ana kadar her şey mükemmeldir. Ne olursa o son anda olur, her şey darmaduman olur. Neden böyle olur, bunu bilenler de hain damgası yiyorlar.

Neden mi?

Çok şey biliyorlar.

Bazen her şey olumlu oluşur ve taraflar her türlü bilgiye sahiptir. Ancak daha bir şeyler oluşmaya başlamadan her şey paramparça olur. Neden mi? Çok bilgi çok karışıklık yaratır. Bazen, bazı konularda yüzeysel bilgiye sahip olmak gerekir.

Gördüğünüz üzere, yaşamak denilen şey bir nevi cinnet geçirmedir. Ya da modern deyim ile “kaos içinde düzen”.


Sonuç olarak; söylemeye çalıştığım gibi, düzeniniz düzensizlik olsun.,

26.09.2013

E - Le - Man Meselesi

Bu yazı bir sporsever tarafından ele alınmıştır.

Peşin peşin söyleyeyim de, sonra taraflı falan demesinler.

Öncelikle, spor kulüplerinde “kurumsallık” doğru bir fikirdir. Olmalıdır. Ancak şu da unutulmamalıdır ki; sportif kurumsallık da bir yere kadardır. Nasıl ki iş yaşamında belli konularda sınırlara esneklik kazandırılır, kurallar yıkılmaz; işte spor dünyasında da bunu yapmazsan ayakta duramazsın. O istikrar dediğin şeyin içine edilir.

Yönetici sıfatına sahip kişiler 3-5 yaş arası çocuklar gibi davranırsa 3-5 yaş kategorisindeki çocuklar ne yapacak? Yöneticilik mi?

Fatih Terim evim dediği Galatasaray’dan kovuldu. Takım da dahil olmak üzere yönetim kurulu dışındaki herkes (rakip takım taraftarları dahil) bu duruma tepki gösterdi. Nasıl göstermesinler ki? Galatasaray’a 15 sene kaptanlık yapmış Fatih Terim, bu kulübe Avrupa Şampiyonluğu yaşatmış, defalarca lig şampiyonluğu yaşamış, ne zaman ihtiyaç olunsa koşa koşa gelmiş bir insanın “kovulması” mı doğru bir karar? Neden kovuldu peki? Yapılan açıklama hocanın Ünal Aysal’a saygısız davrandığı yönünde. Nasıl yani? Fatih hoca başkanın telefonlarına çıkmamış, milli takım kampında iken sözleşme teklifine cevap vermemiş. Bunlar mı saygısızlık? Kreş mi burası? Fatih Terim Galatasaray Futbol Takımı’nın gece bekçisi mi? Ünal Aysal ilah mı? Her telefona koşar adım cevap mı vermek zorunda hoca? Hayır.

Spor dünyası uzun yıllardır pek çok saçma sapan kovulma hikayesi duymuştur da bu ilk 10’a girecek gibi. Biliyoruz ki; Ünal Aysal önemli bir iş adamı. Ayrıca başarılı da birisi. Yani pek çok farklı karaktere sahip insanla bir uyum içerisinde çalışıyor. Peki neden Fatih Terim ile anlaşamadı? Cevap çok basit: Fatih Terim emir kulu değil. Tırnakları ile kazıyarak bugünlere gelmiş birisi Fatih Terim. Ne başkanlar geldi geçti Galatasaray’da, Türkiye Futbol Federasyonu’nda; bir tanesi bile bu adamı kukla gibi oynatmayı düşünmedi bile. Çünkü bunun imkansız olduğu belli. Ünal Aysal dediğim gibi çok başarılı birisi. Akıllı biri. Önce şu “eleman” lafı ile çıktı ortaya. Öyle dokunduracak bir laf değil belki ama kurumsal bir yapı olarak baktığınız zaman; Fatih Terim “Galatasaray Spor Kulübü Futbol Şubesi Teknik Sorumlusu” olarak görünüyor. Adam resmen bir yönetici konumunda yani. Kısacası, hiçbir patron yöneticisine “eleman” demez. O halde bu alenen tehdit etmektir. İşin benim dudaklarımın arasında demektir. Bu tehdit ile hocayı dindirebiliriz sandılar ama hoca susmadı. Neden sussun ki? Adam işini yapıyor, bir de başarılı bir şekilde yapıyor!

Ortadaki durum tamamen bir komedi yani.


Ünal Aysal spor yönetiminde bazı klişeleri yıkmak yeni bir tarz getirmek istiyor bu belli, buna da saygı duymalıyız. Ancak, böyle eften püften bir inatlaşma yüzünden bütün planı çöpe atmaya gerek yok. Madem ki sayın başkan bazı şeyleri değiştirmek istiyor; o halde ilk olarak “kulüp başkanı her işe karışır” adlı sözlü kuralı değiştirsin. Ondan sonrasını da o zaman konuşalım.

25.09.2013

Takunyalı Olimpiyat Tiyatrosu

22 Eylül 2013 akşamı Atatürk Olimpiyat Stadı’nda yaşanan olaylar; aylar öncesinden planlanmış tezgahların bir sonucudur. Burada amaç sadece siyasidir. Olayların futbol ile spor ile uzaktan yakından alakası yoktur.

Nereden mi biliyorum?

Büyük alim olmaya gerek yok. Dikkatli bir şekilde izlerseniz olanları, zaten bunu daha olmadan anlarsınız. Hatta olacakları bile tahmin etmek mümkün.

31 Mayıs’ta başlayan olaylarda sadece bir taraftar grubu olmadığını, bir sosyalist ruh olduğunu bir kez daha tüm ülkeye hatta tüm dünyaya kanıtlayan çArşı grubu doğal olarak iktidarda bulunan iç mihrakların tepkisini çekti. İlk olarak Kazlıçeşme mitingine sahte “çarşı” flamaları getirildi. “çArşı” böyle yazılıyor ama Kazlıçeşme’deki flamalarda “çarşı” yazıyordu. Yani buna çocuklar bile bir tarafları ile güldü. Ardından, iktidar partisinin gençlik kolları tarafından 1453 Kartalları diye bir taraftar grubu kuruldu. Her fırsatta iktidara yakınlıklarını belli ettiler. 22 Eylül 2013 gecesi ile televizyonda iktidara yakın biri olan Rasim Ozan Kütahyalı bu grubun iktidar partisinin gençlik kolları tarafından kurulduğunu canlı yayında açıkladı. Yine her şey açığa çıktı yani.

Yaz ayları boyunca çArşı grubu bir terörist örgütmüş gibi gösterilmeye çalışıldı. Önde gelen isimleri gözaltına alındı. Olaylar sırasında espri amaçlı olarak verilen “satılık Toma” ilanı devlet tarafından gerçek sanıldı! Rezalet yani.

Tüm bu olaylar döndü dolaştı 22 Eylül akşamına geldi. Maçtan saatler önce 1453 Kartalları grubu twitter adreslerinden “1453 Kartalları Susan, oturan, maçta çekirdek yiyenlerin oluşturduğu bir platform değildir. Bugün gelin izleyin bizi, anlayacaksınız!” yazılı bir mesaj yayınlayarak olacakların haberini vermişti bile. Ayrıca, 1 değil 2 değil tam 4 savcının bir maç için görevlendirilmiş olması, her maç için yapılan olağanüstü derecedeki üst aramalarının bu maçta yapılmaması da olacakların habercisiydi. Tiyatro müthiş hazırlanmıştı yani.

Herkes olayların bir Galatasaraylı futbolcu yüzünden çıktığını iddia ediyor ancak orada olanlar o malum kırmızı kart pozisyonundan dakikalar önce tribünde kavganın çıktığını söylüyorlar. Olayın tam olarak neden çıktığı belli ancak nasıl çıkarıldığı belli değil.

Galatasaray taraftarları maçta önde olduklarından dolayı Beşiktaş taraftarının sahaya indiğini söylüyor. Şimdi bir düşünelim. Maç 2-1 Galatasaray’ın üstünlüğü ile bitse, Beşiktaş haftayı yine de lider kapatacak. Ayrıca o pozisyonda Beşiktaş tehlikeli sayılabilecek bir yerden serbest vuruş kullanacak. Pozisyonu görmeden neden sahaya insinler! Hepsini bir kenara bırakalım, geçtiğimiz senelerde adeta yerin dibine indiği olaylar yaşadı Beşiktaş takımı. Bu taraftar bir kez olsun böyle bir durumda sahaya inmedi.

Neden şimdi?

Gerçekleri görmek için çok zeki olmaya gerek yok. Gözlerinizi açık tutun yeterli.
Olayların hepsi bir yana, yaşananları tasdik etmemekle birlikte, Gezi’de on binlerce insana karşı destan yazan(?) polisin dün sahaya inenleri görünce soyunma odası girişine doğru kaçmasını izlemek çok güzeldi. Kendi vatandaşına zulüm eden Türk polisi bunu haketmişti.

Son olarak; bir Fenerbahçe taraftarı ve bir sporsever olarak şunu söylüyorum:

“çArşı bir ruhtur ve hepimizi kendisine hayran bırakmıştır. Bu millet çArşı’yı yedirtmez!”

23.09.2013

Değişmeyen Değişimler

Hayat adını verdiğimiz bir oyunun içerisinde birer karakteriz sadece. Bizler bilmesek de hepinizin başlangıcı, oyundaki rolü ve sonu belli. Yani kaderlerimiz çizili. Bizler seçimlerimizle sadece olasılıklar içinden seçim yapıyoruz. Oyunda geniş bir senaryo var yani.

Dediğim gibi, başımız ve sonumuz belli, biz sadece ara noktalardaki olasılıklar arasından seçim yapıyoruz. Hayattaki tüm yetkimiz bu. Vasıfsız elemanın bir üst versiyonuyuz sadece. Pek bir numaramız yok. Her ne kadar biz olduğunu sansak da maalesef bir halttan çaktığımız yok.

Daha önce de söylediğim gibi bazı değişmeyen şeyler var. Bir de değişen şeyler var. Bunlar tam anlamı ile birbirleri ile alakalı şeyler aslında. Öyle görünmediklerini biliyorum ama öyleler. Öyle görünmüyorlar çünkü biz hep yakından bakıyoruz olaylara. Hatta merkezinden bakıyor, bakmakla da kalmıyor taraf oluyoruz. Ama arada sırada da olsa olaylara geniş açıdan bakmak gerek. Tarafsızca bakmak gerek. Lafta değil, gerçekten tarafsız olmak gerek, bazı ustaların aksine. Bazı kalpsiz kalplilerin aksine… İnsanlar ait oldukları gerçekliği reddettikleri zaman, ya da en azından bunu iddia ettikleri zaman değişen hiçbir şey olmuyor. İşte bu da bir değişmeyen değişim oluyor.

Diyeceksiniz ki; madem bu kadar çok şey biliyorsun, neden bunları uygulayıp da mutlu mesut yaşamıyorsun? Doğru soru. Yüz puan cepte. Ancak sadece soruya odaklanmak da yanlış. Milli eğitimdeki ezberci eğitimde olduğu gibi burada da aynı hatayı yapıyoruz. Soruyu merkez olarak ele alıp çemberi genişletmek, şartları ve değişkenleri de düşünmek gerekiyor. İşte o “mükemmel cevap” o zaman ortaya çıkıyor. Kendi adıma, ben soruyu da şartlarımı da biliyorum, ancak elimdekiler soruyu çözmeme yetmiyor. Olay tümüyle bundan ibaret yani. Belki siz gereken özelliklere sahipsinizdir.

Kim bilir?

Her şeye olduğu gibi buna da bir cevabım var. Sen bilirsin. En iyi sen bilirsin kendini. İhtiyacın olanlar cesaret ve tarafsızlık. Bunlar zaten her insanda olan şeyler. Yapabilirsin. Sadece iste. İstemek yeterli.

Yapabilirsin, haydi !

22.09.2013

Sıcak Çikolata Günlükleri

“Beni bırakma…

Bırakırsan da bir daha asla geri dönme.

Geri dönmeyi düşünme bile.”

Aşkta risk budur işte.

Sana söylemem gerekenler bunlardı aslında. Daha fazlasına gerek yoktu, o sabahlara kadar tartıştıklarımızın aksine. Bu da bazı şeyler gibi ayan beyan belliydi, “gitme”…

Sevmek, sevilmek, sevilmemek değil mesele; birine değer vermeniz, onu kendinizden daha özel görmeniz ve onun sizi bir paçavra gibi bir kenara fırlatmasıdır asıl mesele. Çünkü biliriz ki bu çok acı verir. Kalp yakar. Gözyaşı döktürür, alev alev…. Oysa yapabilecek hiçbir şey yoktur, tek yol kabullenmektir. Çare kabullenmektir de, kaç kişi yapabilir bunu? Ya da ne zorluklarla yapabilir. Asıl olarak sorulması gereken soru bu olabilir işte. Belki de tam anlamıyla budur. Kabullenmek.

Cümle içinde kullanayım, bize öyle öğrettiler ya, tam olarak anlamadığın bir kelimeyi cümle içinde kullan, anlarsın. Kullanalım bakalım biz de; “Ben bu yol ayrımını kabullenmek istiyorum” gibi. Sanıyorum bu sefer yeterince açıklayıcı oldu. Oldu, başardım.

Düşünme.

Kabullenme.

İnanma.

Bittiğine.

Asla bittiğini düşünme…

Yaşamda inatçılık budur işte.

Anlatmam gereken buydu işte. Henüz hayallerimden vazgeçmeye hazır değilim. Henüz o nefret edeceğim adam olmaya hazır değilim. Halen yapmam gereken şeyler var. Halen peşinden koşmam gereken fırsatlar var. Bunların hepsinde çuvalladığım zaman vazgeçmek istiyorum hayallerimden. Ama, o zaman çok geç olacak değil mi? Biliyorum. Ama bu değişime hazır olmadığımı da biliyorum. Ne olacak şimdi?

İşte; sen olsaydın yanımda, ben gerektiğinde bir çırpıda vazgeçebilirdim hayallerimden. Yeni hayaller kurardık beraber. Birlikte koşardık onların peşinden. Sen ve ben. Öyle işte.

Hayat bir şamara benzer.

Uykuda uyandırılmak gibidir.

Uykunun en güzel yerinde uyandırırlar ya,

Hayatta da öyle olur işte,

En mutlu olduğun anda;

Yersin tokadı yüzüne…


Hayat, bir savaş gibi. Hayat hem sana, hem bana benziyor. Hayat, bize benziyor. Fena halde….

21.09.2013

Bir İntiharın Otoportresi - Bölüm 6 [Final] : Her Son Yeni Bir Başlangıçtır Aslında

Planladığım gibi olmadı, olmayacak…

Bunlar son satırlarım… Gerçekten, az kaldı, bitiriyorum. Aslında pek çok şeyi aynı anda bitiriyorum, bunu buraya kadar okuyan bunun farkındadır herhalde, yine de, bana göre, her son bir başlangıçtır aslında…
Neyse, felsefe yapmayayım daha fazla, anlatmaya devam. Anlatacağım iki şey kaldı; birincisi, “şeytani” diye esprili bir ad taktığım şu merak ettiğiniz planım, “ikinci” de Merve…

İdam törenim saat 19:00’da yapılacak. Hazırlıklar için (son yemek + vasiyet + son söz+ kefen giyimi + vb.) beni en geç 16:30’da alacaklar. Biraz önce duyduğum seslere göre Kemal gardiyana yemek geldi, yani saat 15:00-15:30 arası. Yazabildiğim kadar yazmayı düşünüyordum, ama kısa keseceğim. Neden mi? Son dakikalarımda özel birini düşünmek istiyorum. Kimi mi? Dur, az sonra anlatıyorum…

Biz gelelim şu plana. Son yemeğim sırasında odada yalnız kalmak isteğimle plan başlıyor. Önce mırın kırın ediyorlar ancak sonunda razı oluyorlar. Sonrasında, önceden birinden almış olduğum (mahkum mu gardiyan mı? Sıkıyorsa bulun) jiletlerin bir tanesini çorabımın içine yedek olarak, esas kullanmak istediğim jileti ise yemekten önce dayaklardan aldığım yaralarımı kamufle etmekte kullanmış olacakları sargıların içine sıkıştırarak hazır hale geliyorum. Öğrendiğime göre sargılar siyahmış, bu süper oldu. En son, son sözümü sorduklarında, son sözümü halkın karşısında söylemek istediğimi belirtiyor ve celladımla beraber idam sehpasının bulunduğu yere doğru celladımla beraber ilerliyorum. Celladım diyorum ki olamayacak, son hazırlıkları yaparken, bende son sözüm için insanlara doğru yaklaşıyorum, ki yaklaşabiliyorum çünkü daha önceden görmüş olduğum bir idamda halkla mahkum arasında onlarca görevli var, ve başlıyorum konuşmaya:
-          Ne kadar güzel bir akşam değil mi, özellikle de ölüm görmek için… Şaka şaka, sadece son sözümü sorduklarında son sözümü sizlere karşı yapmak istedim, çünkü beni nefes alırken görecek olan son insanlarsınız! Hoş geldiniz! Son sözüm şudur ki;

(Bu sırada koluma sakladığım jileti avucumun içine alıyorum, hazır hale geliyorum.)
(Bekliyorum… Bekliyorum…)

-          Sizin için çok üzgünüm!

(elimdeki jileti tüm gücümle boğazıma, şah damarıma götürüyor ve tüm gücüm ve cesaretimle kesiyorum!)
(unuttum bu arada, son sözüme hazırlanırken de kimseye çaktırmadan bileklerimi kesiyorum!)
Gardiyanlar üzerime atlıyor şah damarıma baskı uyguluyorlar, ama siyah sargılardan kanamaları görmüyorlar ve kaybediyorlar!

Ahahahahahahahahahahahahahahahahahahahahaha!!!

Az önce şöyle bir diyalog yaşadım:

-          Ne gülüyorsun lan!

-          Yok bir şey Kemal ağabey, aklıma eskilerden bir şey geldi de…

-          Anlat da bizde gülelim kardeş, madem o kadar komik…

-          Boş ver ağabey, bu da bana kalsın.

-          Sen bilirsin.

-          Eyvallah…

Zamanı geldi. Merve’nin sırası. Hayatımda çok kadın gördüm, çok kadın tanıdım, onun gibisini görmedim. Anlamayan için, Merve “iki numara” on yılımı umutsuzca harcadığım tek kadın. Tek taraflı da olsa, her aşk elbet ölümü tadacak, ama bu, bu fazla süründü durdu be…

Kabullenmeli, kimi zaman pes etmek zorunda olduğunu, ben kolay kabul edemedim, zor ve sancılı oldu, hayatımdan on yılı rafa kaldırmak zorunda kaldım. Ben Merve’yi çok sevdim, her şeyden çok, herkesten çok, Romeo ve Juliet’ten, Ferhat ile Şirin’den, Leyla ile Mecnun’dan daha çok…

Beni hiç sevmeye çalıştı mı, bilmiyorum, denedi mi, hiçbir fikrim yok, sonuçta sevmedi, onu biliyorum ama. Ben on yıl boyunca onu hiç unutamadım, o hep başkalarının peşine düştü. O hayatını yaşadı ben belki bir gün dedim hep, bekledim…

Asla unutamam, onu ilk kez gördüğüm günü. İlk görüşte aşk derler ya, o gerçek. Aylardan Eylül, yer İstanbul, üzerinde beyaz polo tişört, altında siyah-beyaz-yeşil kareli ve pileli bir etek, ayağında siyah spor ayakkabılar…

Unutamadım, rüzgarda uçuşan buğday sarısı saçlarını, üzerindeki yeşil fiyonk tokasını, masum bakan ela gözlerini, o güzelliği…

On yılın ardından ne mi oldu? Onu bulmak, son bir daha yalvarmak için peşinden gittim bir bara. Tam yanına gelmek üzereydim ki, bir adamın, bir insanın olamayacak çirkinlikte bir suratın, bir ucubenin kolundan tutup onu zorla dışarıya çıkardığını gördüm, ben de peşlerinden…

Sokakta yetiştim onlara, Merve diye bağırdım, döndü baktı, bir daha baktı, tanıdı, yardım et bana, lütfen diye bağırdı. Hani derler ya, film koptu diye, ben hatırlamıyorum olanları, görgü tanıkları şöyle anlattı mahkemede:
“Bu adam diğer adamın üzerine atladı, biraz yuvarlandılar, boğuştular, sonra bu adam kadını rahatsız eden adamın saçlarından tuttu, yaklaşık beş ila on metre sürükledi, duvar dibine getirdi, başladı adamın kafasını duvara vurmaya. O bembeyaz duvar kıpkırmızı oldu, adam yığıldı kaldı. Bu adamın yanına oturdu, telefonunu çıkardı, telefonla konuştu, ama kim bilmem…”

Ben söyleyeyim, annemi aradım, acil işim çıktı bir süre yokum şehir dışında olmak zorundayım dedim, tamam evladım ararsın müsait olunca dedi. Sonra bekledim, bekledim, öylece bekledim… Polis geldi, aldı götürdü beni, ve buradayım…

“Mahkum 192! Gitme zamanı…”





- SON -

19.09.2013

Bir İntiharın Otoportresi - Bölüm 5 : Cennetime Düşen İlk Yağmur Damlası

Son giderek yaklaşıyor…

Artık şu ana kadar başladıklarımı bitirme, açık kalanları kapatma zamanı. Başlayalım haydi:

Deli Kasım’a öyle bir cevap vermiştim ki, adam kelimenin tam anlamı ile “kalmış”tı, şaşırdı yani. Birkaç saniye süren bir sessizliğin ardından Kasım’ın gülümsediğini gördüm, bu biraz korkutucu biraz da iç ısıtıcı bir gülümsemeydi. Sonra şöyle söyledi:

-          Bunlar son günlerin, kendine iyi bak, buradakilerin her biri birer canavardır, ben de dahil, eğer rahatsız eden olursa, söyle, hallederiz.

-          Sağ ol Kasım ağabey.

-          Haydi eyvallah.

İşte böyle… Evet, ilk soruyu cevapladık. Umduğunuz gibi bir şey olmadığı için şevkiniz kırılmış olabilir, idam mahkumu da olsam o kadar da aksiyon dolu bir hayatım yok. Cevaplamam gereken bir soru daha var, sonrasında sırasıyla beni ben yapan iki kadından bahsedeceğim ve elbette şeytani planım, intikamım. Sona hoş geldiniz.

Hapishanedekilerden başladık öyle devam edelim.. “Tek kişilik ordu” Kemal gardiyan. Bundan tam yirmi sene önce, Erzincan ceza evinde gardiyanlığa başlamış olan Kemal ağabey, ilk gece görevinde iken mahkumların isyan çıkarması ile beraber başlamış her şey. Koğuşların bulunduğu koridorlarda görevli 3 gardiyanın öldürülmesi ve 2 gardiyanın da ağır bir şekilde yaralanmasının ardından koridorlardan bir sonraki geçiş yeri olan ve Araf olarak adlandırılan bölmede görevli olan Kemal ağabey, tek başına, iki saat boyunca yaklaşık 200 mahkuma karşı direnmiş, ne yapmış ne etmiş kimse bilmez, ancak bilinen tek şey bu adamın yardım gelene kadar tek başına savaşmış olduğudur. O günden bugüne kadar da hep disiplin delisi, düzen aşığı bir adam olmuş çıkmış. Bu yakınlarda da emekli olacakmış. Hatta, eğer söyledikleri doğru ise, görevlendirileceği son olay benim idamım. Pek başarılı bir son görev olmayacak ha, Kemal ağabey?

Ahahahahahahahahahahahahahahahahahahahahahaha! Sen cehenneme ben cennetime !

Tamam. Sakinleştim. Devam ediyorum. Devam etmem gerekiyor. Zaman giderek azalıyor ve benim de son gücümü planıma sadık kalmada kullanmam lazım. Hızlı bir şekilde devam ediyorum o nedenle. Geldik cevap vermem gereken son soruya, sonra beni bu hale getiren kadın ve son adımlarım..

Eda… Daha önce bolca şey yazdım onun hakkında, vakit dar, anlatmaya başlamak gerek, son yemeğimi rahat rahat yemek istiyorum. Evet, devam ediyorum. Ben o küreyi durdurmadan hemen önce aklımda bir çok yer vardı, ancak hiç düşünmediğim bir yer geldi, asla gidemediğim, hep içimde ukde kalacak olan bir yer.. 

Galler !

-          Nasıl yani? Galler mi?

-          Evet Eda.

-          Kısmet…

-          Öyle…

Bu konuşmadan 7 sene sonra Eda’nın oraya okumaya gittiğini, orada biriyle tanıştığını ve evlenmek üzere olduğunu öğrendim. Ben hep bir bahane ile oraya gidip orada onu arayıp görüşmek istediğimi söylemeyi planlamıştım, ama olmadı. Umarım oralarda mutlusundur Eda…


Bunu okuyacak kişiye not: Eğer gözyaşlarım yazının herhangi bir yerini okunamaz hale getirdiyse, özür dilerim..

18.09.2013

Bir İntiharın Otoportresi - Bölüm 4 : Paylaşılsa Yalnızlık Olmaz

Mum giderek küçülüyor. Yine de karanlıkta nereye ve nasıl yazdığını bilememekten iyidir. Geri sayımım devam ediyor. Bende yazmaya devam ediyorum, son satırlarımda elimden geldiğince kendimi anlatmaya çalışıyorum, sonumun ne olduğunu biliyorum, nasıl olacağını da… Merak ediyorsunuz değil mi? Durun, yakında…

Biz dönelim ilk defa havalandırmaya çıkışıma ve Deli Kasım’a. Geldi yanıma, sordu bana o tok sesiyle, “sen misin o idamlık?” diye. Nasıl da nursuz bakışları var, anlatamam. Bende artık kaybedecek bir şeyimin olmamasının rahatlığıyla cevap verdim: “evet, o benim. Bir sorun mu var?” diye. Adam kaldı. Bildiğin kaldı. Şaşırdı. Benden böyle bir cevap gelince bir anda herkesin gözü kulağı bize döndü elbette. Hepsinde acaba bir aksiyon olur mu heyecanı… Siz de merak ettiniz değil mi? Onu da anlatacağım, az daha sonra…
Yine bir 10 dakika ara verdim yazmaya, son hız yazmak, hiç durmamak, anlatmak istediğim her şeyi kağıda dökmek istiyorum, amacım bu şu anda, olur ya biri bunu okursa hem benim neler yaşadığımı bilsin hem de kendi adına yaşadıklarımdan ders alsın istiyorum. 

Belki bir gün, ha?

Biraz önce Kemal ağabey geldi, son gardiyanım. Son yemeğinde ne istiyorsun diye sordu. Bu konuda daha önce hiç düşünmemiştim, annem geldi birden aklıma, ne de güzel yemekler yapardı bana, her gün, babam bizi terk edip gittiğinden beri onun her şeyi olmuştum ben, çünkü babamın gidişinden kendini sorumlu tutuyordu ve beni de onun gibi kaybetmek istemiyordu. Bunun için adeta kendini paralıyordu. Annemin yemekleri, benim en sevdiklerim… “Fırında beşamel soslu tavuk, göğüs etinden olacak, iri tane şehriye ile yapılmış pirinç pilavı, taze sıcak ekmek, elma dilim patates kızartması ve sınırsız kola…” deyiverdim birdenbire. “Ağzının tadını biliyorsun ha” dedi Kemal gardiyanım ve çıktı.

Biraz da ilgi çekici şeyler yazmaya başlasam mı diyorum. Ne dersiniz? Ne yazayım? Aşk? İhanet? Dram? Komedi? Yok, komedi olmaz, ne kadar içim rahat olsa da şu anda, ki bu psikolojimin ters tepkisi oluyor, ama komik şeyler yazmak zor, yazmak için yazarım istesem, ancak o zaman yazdıklarımın sonunu okumaktan vazgeçersiniz. İşimi biliyorum galiba…

Ben en iyisi size aşktan bahsedeyim. Eda konusuna giriş yaptım, ona ilerleyen satırlarda devam edeceğim, sonlara doğru yazmayı planlıyorum ki son anlarımda onu son gördüğümdeki gibi asil, güzel ve gülümseyerek hatırlayayım ve bu bana güç versin…

Bugüne kadar hep Eda’dan sonra iki kez daha sevdim dedim, aşık oldum sandım, ancak sonradan farkına vardım ki onlar aşk değilmiş. Evet, her ikisi de akıllıydı, çok güzeldiler, kültür sahibi idiler, ben hep kendimi onlara layık görmedim ancak sonradan anladım ki böyle bir şey yok, onlar benim gibi bir adamla birlikte olacak insanlar değillerdi. Kimler miydi bunlar? Anlatıyorum…

Önce ikinciden başlayayım, öbürü daha ayrıntılı anlatılması gereken bir assolist hikayesi, ilginizi çekecektir, hatta, şu fantezim gerçek olsa, bu yazdıklarımı postalamalarını isteyeceğim editör bunları yayınlamaya karar verse, herkes anlar, her şeyin bilgim dahilinde olduğunu, onu nasıl sevdiğimi…

Neyse, biz gelelim ikinciye… Adı Meryem. Aynı okuldan mezunuz. Başlangıçta ondan çok hoşlandım, hatta sırf bunun için tanıştım onunla, yeri geldi “ben onunla evlenirim” bile dedim insanlara. Ön yargı sahibi olmayın, iyi de olsa… Son yargınız dürüst olsun, kendinize…

İşte böyle, gün geçtikçe onun ne olduğunu anladım, insanlara temiz bir tablo çizdiğini ancak arka planda saklı olan gerçeklerin yalnızca bir tanesinin bile onun rezil olduğunu kanıtlayacağını öğrendim, dostlarım da yardımcı oldular tabi bu konuda, bir arkadaşım vardı, ortak arkadaşımız, “herkesin arkada kirli çamaşırları vardır” demişti bana, buraya gelene kadar anlamamıştım, teşekkürler arkadaşım…

Siz, siz olun, her insana körü körüne inanmayın, o kişi kim olursa olsun ona kolay kolay içinizi dökmeyin, tıpkı benim başıma geldiği gibi, siz de anlatırsınız başınızdan geçenleri, önce yuh derler nasıl yapmış derler sonra bir bakarsınız ki zayıf noktanız budur, bunu kullanmayan odundur misali sizi kullanıp kendilerine bağlarlar. Sen, ne olduğunu belli ettin, hadi güle güle diyebilmek ne de güzel olurdu…

Saatler geçtikçe hava giderek soğuyor. Kaldığım yerde pencere namına tek şey hücremin kapısındaki görüş deliği, ancak oradan gelen sesleri temel alarak rüzgarın giderek fırtınaya dönüştüğünü rahatlıkla söyleyebilirim. O ses, Azrail’in sesi. Normalden farklı ama, “canını alacağım senin” demiyor, “al canını da gel yanıma” diyor. O da farkında yani şeytani planımın, ha plan mı?

Dur anlatayım; bak şimdi..

17.09.2013

Bir İntiharın Otoportresi - Bölüm 3 : Yalnızlık Paylaşılmaz

Artık bir süre rahat yazabileceğim, küçük de olsa yanmakta olan bir mumum var artık !

Son hız yazarken bu satırları, biraz ara vermek zorunda kaldım, dindarlığı ve Müslümanlığı ile övünen, benim gibi gayrimüslimleri hep ezen ve hor gören hapishane müdürü sağ olsun lütfetmiş, bana içimi dökmem için bir rahip çağırmış. Buraya kadar her şey çok güzel ve minnettarım, ta ki pederin bana sorduğu üçüncü soruya kadar…

-          Nasılsın evladım?

-          İyiyim peder, siz?

-          Teşekkür ederim. Adınız neydi?

-          Adımın bir önemi yok, siz de gardiyanlar gibi seslenebilirsiniz bana, “mahkum 192”.

-          Sen nasıl istersen.. Söyle bakalım, iyi bir Katolik misin?

-          Ben Ortodoks’um.

Söylemek istediğimi anladınız değil mi?

Biz yine dönelim Eda’ya… O konu eminim daha çok ilgi çekicidir bu yazdıklarımı okuyacak olanlar için, şahsen benim için öyle yani. Her neyse, bizim sekiz koca senemiz beraber geçti onunla, aynı sırayı paylaştık, bir nevi beraber büyüdük. Bu kadar yıl geçti aradan, sorsanız ona değil anlatacağım şeyi, beni bile hatırlamaz, buna adım kadar eminim diyeceğim ancak uzun bir süredir “mahkum 192” olarak çağırıldığım ve adımı duymadığım için, itiraf ediyorum adımı unuttum..

İşte bu nedenden dolayı peder efendiye de bana mahkum 192 diye seslenin dedim. Durum biraz vahim galiba… Her ne kadar beni hatırlamadığından emin olsam da, sonuçta bugün olduğu yere gelmesinin hikayesi sorulduğunda anlatıyordur belki de bu hatırayı, belli mi olur… Çok iyi hatırlıyorum o günü, ki hafızam fena halde zayıftır. Okuldayız, en önde oturuyoruz, coğrafya dersinden hemen sonrası. Derste öğretmen dünya küresini bizim sıramızın üzerine koymuş dersi öyle anlatmıştı, yaşıyor mudur bilmiyorum, sesi de o kadar gürdü ki öğretmenimizin, hem sesin yüksekliğinden hem de devamlı konsantre olmak zorunda kalmaktan yorulmuşuz, kürede o kadar büyük ki kafamızı koyup da bir teneffüs uykusu çekemiyoruz, oysa o 10 dakikalık teneffüste uyumak ne tatlıdır… Eda o kadar özel biriydi ki, kendimi paralıyordum ne yapıp edip onunla konuşmak için, sesini duyabilmek için, bana baksın diye. Aniden bir şey geldi aklıma:

-          Eda…?

-          Efendim?

-          Bak ne diyeceğim sana.

-          Hıh?

-          Şimdi bu küreyi son hız döndüreceğim, sonra parmağımla durduracağım. Küre nerede durursa dursun, bir gün oraya gidip oraları göreceğiz, anlaştık mı?

-          Tamamdır, anlaştık. Haydi çevir bakalım.

-          Hemen…

Öyle demişti ya, nasıl da sevinmiştim, kelimeler kiyafetsiz kalır anlatmaya, emin olabilirsiniz. Her neyse, ben öyle hızlı çevirdim ki o küreyi, dönerken öyle bir ses çıkarıyordu ki küre, hala kulaklarımda:

“sısısısısısısısısıs….”. Peki, ne mi oldu sonra? Dur, daha var oraya…

Peder efendi ile farklı mezheplerden olsak da kendisi benimle konuşmaya çalıştı. Öncelikle mezheplerin hatta dinlerin farklı olabileceğini, ancak önemli olanın tanrıya inanmak olduğundan bahsetti. Hayatı boyunca dindarlık düşüncesinden kaçmış ve dini sohbetlerden fazla haz etmeyen birisi olarak pederle din ve inanç hakkında konuşmamın tek kayda değer sebebi ölecek olmam herhalde…

İnanmak önemli, hepsinden önce inanmanın nedeni önemli bence. Mesela benim şu anda günahlarım için af dilememin ve iyi bir dindar gibi konuşmaya başlamamın başlıca nedeni ölüm korkusu. Evet, daha önce korkmuyorum dedim ama yalan söyledim. Elbette korkuyorum, kim korkmaz ki ölmekten? Ölüler tabi ki…
Bu karanlık ve soğuk hücrede olmanın elbette bir çok kötü yanı var, ancak ilginçtir ki tek bir iyi yönü de var; gardiyanların işkencelerine maruz kalmıyorsun. Elbette var işkence, yoksa siz yok mu sanıyordunuz? Kanunda yasak olabilir, ancak hapishanelerde kanun da onu uygulayan da hapishane müdürü ve gardiyanlardır. Ben de bir şeyler yaşadım tabi, idam mahkumuyum diye o kadar da ayırım yapmıyorlar diğer mahkumlarla. Bunu da anlatacağım, az daha sabır, sonuçta bir yere kaçmıyorum değil mi?

Ahahahahahahahahahahhaahahaha!!! Ölsem bile kaçamıyorum.

Şu halime bak… Sakin kalmalıyım. Soğukkanlı olmalıyım. Deliremem. Şimdi olmaz. Bir planım var, her şey yolunda gidiyor ve ben bu planı uygulayacağım. Planımı gerçek yapacağım ve tüm bu kana susamış azmanlar sinirden köpürecekler.


Az kaldı, sona az kaldı…

16.09.2013

Bir İntiharın Otoportresi - Bölüm 2 : Artık Sabah Uyandığım Ses Annem Değil

Karanlıkta yazı yazmak… Kimine göre imkânsız, kimine göre zor, bana göre zorunluluk. Yazıyorum, çünkü yapacak başka hiçbir şeyim yok. Elbette karanlıkta, simsiyah bir odada, soğuk ve yamuk yumuk taşların üzerinde kör bir şekilde yazmaya çalışmak, bunu bulduklarında okuyabilirler umarım…

Daha önce giriş yapmıştım, şimdi ise anlatmaya başlıyorum yavaştan. İlk kez havalandırmaya çıktığımda, pek sevgili (!) mahkûmlarla ki o kadar iyi insanlar ki bir saatlik havalandırma süresinde görüp görebileceğiniz en güzel şey üzerinde koyu kırmızı boya ile “Kahrolsun Faşizm” yazan yaklaşık 15 metre yüksekliğindeki dev duvarlar. İşte o ilk sefer, daha çaylaktım tabi, herkes bir köşede kendi halinde volta atıyor sohbet ediyor, ben ise bir köşe başında oturmuş boş bakışlarla etrafı izliyorum. İşte tam da o anda, o geldi yanıma, “Deli Kasım”.

Rivayete göre, eskiden çok sakin ve güler yüzlü bir adam olan bu adam, karısının ağabeyi ve babası ile ortak bir yatırım yapmaya kalkışmış, ancak her ikisinin de kendisini dolandırdığını ve karısının da bundan haberdar olduğunu öğrenince delirmiş, önce yeni açtıkları dükkânı yakmış, sonra içeride kayın pederi, kaynanası, karısının ağabeyi ve onun ailesinin evini başmış, hepsinin boğazını kesmiş ve sonrasında da evi ateşe vermiş. Bu kadarla da kalmamış Kasım ağabey, son olarak da kendi karısını ve iki evladını “o soysuzların kanını taşıyorlar” diyerek öldürmüş ve evinin bodrumuna gömerek üzerlerine beton döktürmüş..

Düşüncelerini tahmin etmek zor değil. Aslında plan mükemmelmiş, ta ki bir polis memuru Kasım’ın bir hafta içerisinde evinin bodrumunu neden iki defa beton döktürdüğünü öğrenene kadar. Meğer daha üç gün önce ilk kat beton dökülmüş zaten, bir de kamuflaj için ikinci kat dökülünce polisler şüphelenmiş ve olayı çözmüşler, Kasım ağabey de itiraf etmiş dokuz kişinin katili olduğunu…

Saatler… Bunlar benim son saatlerim, bunlar son satırlarım, bir şansım daha olacak güneşi görmek için, ama gördükten yaklaşık 2-3 dakika sonra ben artık nefes almıyor olacağım. Bu satırları yazarken aklımda planımın son kontrollerini yapmaya devam ediyorum. Büyük bir keyifle heveslerini kursaklarında bırakacağım, tüm keyifleri kaçacak, öfkeden deliye dönecekler, bense, tam da son nefesimi verirken gözlerimi onlara doğru dikeceğim ve yüzümde hınzır bir gülümseme olacak. Nasıl mı olacak? Dur, daha var ona…

Ah, saat altı buçuk oldu galiba, gardiyanların nöbet değişimi, dur bakayım bir dinleyeyim kim gelmiş beni son yolculuğuma uğurlamaya… Hayır! Olamaz!
Bu nasıl bir şans, iyi mi kötü mü, o, burada. Söylemişlerdi daha önce, eğer iyi davranırsanız gardiyanlara, bazıları günde 10-15 dakika daha az dövüyorlar sizi, onlar döverken duymuştum, son saatlerimde yanımda olacak olan adamı, şef gardiyan, nam-ı diğer “tek kişilik ordu” Kemal… Bu adı nereden mi almış? Biliyorum onu da, anlatacağım yakında…

Eskiden, yani buradan önce, yaşlı annemle beraber yaşıyordum, güya koskoca adamdım ama her sabah annem erkenden kalkar, kahvaltıyı hazırlar ve uyandırırdı beni, kendimi bildim bileli… Son sekiz haftadan beri ise, ne zaman uyandırılacak olsam, pekiyi niyet sahibi gardiyanlar idam mahkûmu olmamın da etkisi ile bana acıdıklarından dolayı, diğer mahkûmlara yaptıkları gibi sessizce hücrelere girip demir coplarını tam da karın boşluğuna vurarak uyandırmaktansa bana bir kıyak geçip hücremin kapısına son güçleri ile vuruyorlar. Belki diğerleri gibi acı ve nefes kesintisi ile uyanmıyorum, ama bir türlü alışamadım o sese, zaten alışmakta mümkün değil, o tok sese… Bak bu sabah olmadı mesela, son sabahım diyedir herhalde, işte bir idam mahkûmuna yapılan son dakika kıyağı, nasıl ama?

Eda… Nereden geldi ise aklıma, çocukluk aşkım falan değil, o ilk ve tek gerçek aşkım benim. Hayatımda çok kadın tanıdım, böyle dediğime de bakmayın, yakışıklı falan değilim, hatta birçok kadın beni sırf yakışıklı olmadığım için reddetti, biri şöyle demişti; “biraz daha yakışıklı olsan evlenirdim seninle”.

Ben bunlardan hiçbir anlam çıkaramadım, belki siz çıkarırsınız diye yazıyorum.

Benim neredeyse hiç erkek arkadaşım olmadı, arkadaşlarım hep kadınlardı, onlarla hep daha iyi anlaştım, her ne kadar hiç biri beni gerçekten sevmemiş de olsa ki bazıları vardı ki, sadece işleri düştü mü, sadece canları sıkkın oldu mu ararlardı, onun dışında telefonla ararsın, açmazlar, kısa mesaj atarsın 1-2 saat sonrasında geri dönüş yaparlar, o da mırın kırın olur, görüşelim, konuşalım dersin, daha 10 dakika önce hiçbir işim yok evdeyim derken bir anda ay çok meşgulüm valla tuvalete gidecek vaktim yok, sonra konuşalım mı olur.

Kimler mi bunlar?

Merak mı ettin?

Dur bakalım aslanım sakin ol..

Ona da sıra gelecek…


Devam edecek.