31.10.2013

Genç Ölüm Manifestosu

Kimse ne zaman öleceğini bilemez. Kimse kimin ne zaman o malum yolculuğun bir parçası olacağını kestiremez. Tahminler yetmez. Hazırlıklı olmak gerek.

Hazırlıklı olmak derken; elbette bazı şeyleri zamana yaymak, bazı şeyleri de akışına bırakmak gerekiyor, ancak mümkün olduğunca fazla şeyi de tamamlamış olmak, söylemek istenenleri söylemek gerekiyor. Kimse pişman olmak istemez. Bunları yazmamın nedeni de budur.

Olur ya, ölürsem genç yaşımda ki olabilir, benim de bazı isteklerim olacaktır elbette:

Sevdiğim insanlar var benim de, arkadaşlarım, dostlarım, dosttan öte gördüğüm insanlar var. İsterim ki, ben genç yaşımda ölürsem onlar birlikte yas tutsun. Benimle yaşadıkları güzel hatıraları anlatsınlar. Hiç ağlamasınlar. İstediğim gibi, dediğim gibi, inadına gülümsesinler. Çünkü hayat denen şey üzüntü ile besleniyor ve onu yenmenin tek yolu gülümsemek. Bunu öğrenmek için uzun süre kendimi dışlamam gerekti ama başardım. Pişman mıyım? Elbette. Kim ister ki kendini soyutlamak? Kim ister ki kendisini yok etmek? En azından cevabı elde etmeyi başardım, bu da bir şey.

İnsanlar beni “fazla samimi” olarak nitelendiriyor. Aslında öyle değilim, onlar “az samimi”. Ben sevdiklerime onları sevdiğimi söylüyorum, her fırsat bulduğumda bunu dile getiriyorum, onlara bol bol sarılıyorum, onlarla mümkün olduğunca çok zaman geçirmeye çaba harcıyorum. Amacım belli; pişman olmak istemiyorum.

525 bin 600 dakika. Kocaman bir yılın ederi. 1 dakikası bile benim için çok değerli. Sizin için de değerli olsun. Olur ya, ölürsem genç yaşımda; ölümüm size çekingenliğin gereksiz bir şey olduğunu, içinizdeki iyiyi her an dünyaya göstermenizi hatırlatsın. Sevdikleriniz, sizin onlara verdiğiniz değeri size vermeseler bile inadına sevin onları. Kin beslemeyin. Bir anlamı yok çünkü.

Sevdiklerinizin yanında olun. Kimsenin onları üzmesine izin vermeyin. Sevdiğiniz insanların yanında durun.

Bunları söylüyor olmam bunların hepsini harfiyen yaptığım anlamına gelmiyor. Bunları söylüyorum çünkü bunlar doğru. Benim de yaptığım yapmadığım doğrular.


Olur ya, ölürsem genç yaşımda; görüşürüz deyip de görüşemediklerimiz varsa, benim bir fotoğrafıma baksınlar, oradan onlara gülümsüyor olacağım.

30.10.2013

Bırak Gitsin

Gerçekten seven ve gerçekten sevilen insanlar kıskanmaz. Kıskanılmaz. Onların içinde kıskançlık duygusu barınmaz. Aslında, barınamaz. Onların birbirlerine karşı hissettikleri bizim bildiğimiz anlamı ile sevginin ötesindedir. Bu çok özel bir şeydir.

Kıskanmak, sahip olduğun şeyi hak ettiğine kesin olarak emin olmamaktan kaynaklanır. İnsanlar sevdiklerini kıskanırlar çünkü kıskandıkları kişi ya da kişilerin sevdikleri insana kendilerinden daha çok yakışmasından, o kişilerin sevdikleri kişi ile daha iyi anlaşmasından korkarlar.

Kıskanmak korkakların işidir.

Sevmek herkesin yapabileceği bir şey değildir.

Sevdiğiniz kişi hakkında en ufak bir kıskançlık bile hissettiyseniz, onu bırakıp gitmek zorunda değilsiniz. Yapmanız gereken şey çok basit. Bunu söylemeye bile gerek yok aslında ama bazen insan başka şeylere o kadar odaklanıyor ki etrafındaki şeyi göremiyor.

Kıskanıyorsanız, sevdiğinizle araya biraz olsun mesafe koyun. Bu mesafenin uzaması veya kısalması size ortadaki sevginin gerçek aşk olup olmadığını kanıtlayacaktır. Belki bir günde, belki birkaç hafta içinde, ama süre çok uzamadan her şey belli olacaktır zaten. Olmazsa, ortada bir belirsizlik varsa sorun var demektir. Mesafe giderek açılırsa sorun var demektir. Mesafe giderek kısalıyorsa; her şey yolundadır. Bu kadar basit yani, sonucu öğrenmek.

Sevdiğinizle aranıza belirli bir seviyede mesafe koydunuz. Bir süre geçti üzerinden, karşı tarafın tepkisini anlayamıyorsunuz. O da sizin bu yaptığınızı çözemiyor. Yani ortada bir belirsizlik hâkim. Üç olası sonucun da gerçekleşme ihtimali var. Ne kadar üzülecek olursanız olun, bunun olması muhtemel en kötü sonuç olduğunu unutmayın. Bu, aranızdaki ilişkinin sadece bir çekimden var olduğunu, aslında hiçbir ortak yönünüzün olmadığını ve sizin zorlama bir şeyler yaşadığınızı belirtir.

Sevdiğinizle aranızda belirli seviyede bir mesafe var. Bu mesafe bir süredir giderek daha da uzun olmaya başladı. Demek ki karşınızdaki kişi sizden uzaklaşmak için fırsat kolluyordu. Sizden uzakta olmaya ihtiyacı vardı. Belki de bu ilişki bir hatadan ibaretti. Belki de konuşarak çözülmesi gereken bir şeyler olduğunu anlatmaya çalışıyor size…

Sevdiğiniz insan ile sizin aranıza belli bir mesafe koydunuz. Karşı taraf bu mesafenin varlığını fark ettikten hemen sonra size doğru yaklaşmaya, problemleri çözmek için çaba harcamaya başladı ve sizi de bu yönde etkiliyor. Yani aranızda mevcut bulunan duvarları yıkmaya çalışıyorsunuz. Böylece daha yakın olacaksınız ve birbiriniz için daha değerli olacaksınız. Bu ne güzel bir şey böyle!

          Birini kıskandığınızı hissettiğiniz zaman, şunu hatırlayın: “Kıskanmak korkakların işidir.”

29.10.2013

29 Ekim

Bugün 29 Ekim 2013. Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin 90. yıl dönümü. Mustafa Kemal Atatürk ve onunla birlikte mücadele eden herkesi saygıyla ve sevgiyle anıyoruz.

28 Ekim 1923 gecesi Çankaya Köşkü’nde verilen davette kadeh kaldıran Mustafa Kemal davetlilere şöyle sesleniyordu: “Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz.” Bu topraklarda tarihi değiştiren adam bir kez daha tarihi değiştireceğini söylüyordu. Asırlar öncesinde Orta Asya’dan Anadolu’ya, Anadolu’dan Viyana kapılarına kadar genişleyen Türk akımı 20. yüzyılın başında yeniden Anadolu’da hayat buluyor, 16. Türk devleti bir demokrasi örneği olarak tarihe geçmeye hazırlanıyordu.

29 Ekim 1923 günü TBMM’ye verilen bir önerge ile yönetim şeklinin Cumhuriyet olması için konuşmalar yapıldı. Günün sonunda Meclis önergeyi kabul etti ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti resmen kurulmuş oldu. Mustafa Kemal de Türkiye Cumhuriyetinin ilk Cumhurbaşkanı seçildi.

Atatürk’ün dediği gibi; “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sözü gerçeğe dönüşmüştü.

Bugün 90 yaşındaki bir delikanlı olan Cumhuriyet ömrünün en zorlu günlerini geçiriyor. Mustafa Kemal’e ve onun fikirlerine karşı olanlar bugün Mustafa Kemal’in açtığı yoldan iktidara gelmiş durumdalar. Bu iç mihraklar vatanı parçalamaya ve yok etmeye çalışıyorlar. Ancak bir şeyi unutuyorlar: Gençliği!

31 Mayıs 2013 günü artık korkmayacağını gösteren, Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı, gerçek anlamda demokratik özgür ve çağdaş bir ulus olmak istediğini açık açık belli eden Türkiye gençliği zorbalara karşı direnişe geçmiştir. Atatürk’ün Gençliğe Hitabe’de biz gençleri uyardığı olayların yaşandığını görmüş, anlamış ve onun dediği gibi damarlarımızda bulunan o asil kanla mücadeleye yeni bir boyut kazandırmıştır.

Şu asla unutulmamalıdır ki; Türkiye Cumhuriyeti Devleti sonsuza dek yaşayacaktır. Hiç kimse hiçbir şekilde bu vatanı bölemeyecektir. İçerisinde pek çok etnik köken barındıran bu Türk Cumhuriyeti demokrasinin en büyük örneğidir ve olmaya da devam edecektir.

Atam; gençlik senin açtığın yolda ilerlemeye devam edecektir. Kimse unutmamalıdır ki, gençlik bu uğurda seve seve canını feda edecektir. Türkiye Cumhuriyeti senin hayallerindeki gibi dünyanın en çağdaş toplumu olacaktır. Bunun için gerekli olanlar damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur.

Anlamını bilenler bilmeyenlere anlatsınlar. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramımız Kutlu Olsun !

27.10.2013

Sıcak Çikolata Günlükleri - 6

         Günün konusu vazgeçmek ya da savaşmak olacak. İnsanoğlu her zaman güzel şeylerle karşılaşmıyor ama ne olursa olsun bazı gereklilikleri yerine getirmek zorundayız. Bu nedenle de yapılması gerekenler var. İnsanların yaptığı ve yapmadığı şeyler de var.
         
         Öyle zamanlar oluyor ki mücadele zamanı geldiğinde yakınlarda bize destek verecek kimse olmuyor. Böyle zamanlarda içimizi bir umutsuzluk kaplıyor. Bu çok doğal bir hissiyat aslında, sanılanın aksine. Ancak durum ne olursa olsun yaşamak için mücadele etmek zorundayız. Söz konusu durum ne kadar berbat olursa olsun sonuna kadar savaşmak zorundayız. Yoksa asla mutlu olamayız. Mutlu olma ihtimalimiz bile kalmaz.

İnsanoğlu pek çok şeyden korkuyor ve kaçıyor. Bunlardan en önemlisi karar vermek. Kesin kararlar veremeyen insanlar mutsuzluğa mahkûmdur. Unutmayın ki, bir şey ya vardır ya da yoktur. Ortası olarak adlandırılan durum sadece bir akıl yanılmasıdır. Burada gereken tek bir şey vardır: Cesaret.

Sonuçlar olumsuz da olabilir. Ama olumlu da olabilir. İnsan mutlu olabilmek için yani kazanabilmek için risk almak durumundadır. Risk almanın da yolu karar vermektir. Bazı durumlarda karar almak çok zor olabilir. Risk çok yüksek olabilir. Ancak bu hiçbir zaman kaçmanın bahanesi olamaz. Olursa, ortada çok ciddi bir özgüven sorunu vardır, kişi dışarıdan nasıl görünürse görünsün.

Riskin çok yüksek durumlarda “ara karar”lar alınır. Bu kararlar şartların uygun hale gelmesini beklemek için alınan %100 mantık kararlarıdır. Şartlar uygunlaştığı zaman kişi hem duygusal hem de mantıksal açıdan en doğru kararı verecek duruma gelir. Bu ara kararlar hayatı kolaylaştırmak içindir.

Asla unutulmaması gerekir ki, en vahim durumda dahi az ya da çok bir şekilde destek çıkacak birileri bulunur. Gerçekten destek isteyerek, dileyerek etrafına bakan insanlar her zaman aradıklarını bulurlar. Ancak işin içine başka düşünceler başka ihtimaller girdiği zaman insan herkesten kaçar.

Kaçmak korkaklıktır. Sonunda yok olacağınızı bilseniz bile inadına mücadele etmek gerekir. Onurlu olanı budur. Doğrusu budur. Bu asla unutulmamalıdır. Şu sözü hatırlayın, karar vermek zorunda olduğunuzda:


“En kötü ihtimalle dibe vururum, ondan sonrasında ise gideceğim tek yer yukarısı…” 

26.10.2013

Yapacak Bir Şey Yok

Yapacak Bir Şey Yok
8 Ay Önce…

-         Bir daha asla oynayamayacaksın.

-         Ne?

-         Dediğimi duydun. Üzgünüm.

-         Üzgünüm ne demek! Üzgün olunca her şey geçiyor mu birdenbire! Böyle saçma sapan bir şey olabilir mi?

-         Yapabileceğimiz her şeyi yaptık. Bir mucize olmadıkça, oynaman imkansız.

-         İmkansız diye bir şey yok! Ben o sahaya çıkacağım. O kadar.

-         Ayakta bile durmanı bastona borçlusun. Değil koşmak, yürümen bile aksıyor. Nasıl düşünürsün yeniden oynayabileceğini?

-         Ben o sahaya çıkacağım. Çıkmak zorundayım.

-         Yapmak zorunda olduğun tek şey kendine yeni bir yol çizmek.

-         Ben yolumu çizdim bile sen merak etme.

-         Neymiş o yol?

-         Ne pahasına olursa olsun, ben o sahaya çıkacağım.

…………….

-         Ne yapıyorsun!?

Ayakta durmasına yardımcı olan yürüteci duvara fırlatmıştır. Birkaç kez derin derin nefes alıp verir. Sakinleşmeye çalışır.

-         Murat…

-         Sus!

Murat ileriye doğru bir adım atar. Yüzünde çok acı çeken ama son derece kararlı olan bir ifade vardır. Göz göze gelirler:

-         Ben o sahaya çıkacağım!

15 Dakika Önce…

Karşınızda Türkiye’yi temsil eden Atatürk Spor Akademisi’nin ilk 5’i!

………………

         Son olarak; oyun kurucu pozisyonunda, takım kaptanı, 4 numara; Murat Demir Kara!


NOT: Yukarıda yazılı olan iki bölüm, hazırlamakta olduğum bir kitap projesinden alıntılardır.

24.10.2013

Ağaç - Cami - Kabe (?)

Her şey Taksim Gezi Parkı’nda başladı. Bir grup çevre duyarlı insanın Gezi Parkı’ndaki ağaçlar kesilmesin, şehrin tam ortasındaki bu ufacık yeşil alan korunsun diyerek başlayan barışçıl protestolar 31 Mayıs 2013 günü ülke çapında “direniş” eylemlerine dönüştü.

Bazı kıt beyinlilerin düşündüklerinin aksine Gezi Direnişi Türkiye Cumhuriyeti tarihine altın harflerle yazılacak. Çünkü Gezi Direnişi bu ülkede yıllardır susanların, susturulanların artık korkmadıklarını, hakları uğruna sonuna kadar mücadele edeceklerini ve hiç kimsenin bu ülkeyi Atatürk ilke ve inkılaplarından uzaklaştıramayacağını kanıtladı. Gezi Direnişi bu ülkenin uyanışı oldu.

Özellikle 2007 seçimlerinden sonra pes etmiş olan, kabuğuna çekilmiş olan milyonlarca insan 31 Mayıs gününe kadar hep birilerinin ateşlemesini bekliyordu. Eğer o gün sabaha karşı polis Gezi Parkı’nı sanki PKK kampı basıyormuş gibi basmasaydı belki de bunlar olmayacaktı. Ancak o baskın, parkta çimenlerin üzerinde gitar çalıp şarkılar söyleyen, çadırlarında uyuyan gençlerin, ki bu insanların eğitim ve kültür seviyesi yaşlarının genç olmasına rağmen şu anda ülkeyi yöneten bir avuç aptalın eğitim ve kültür seviyesinin yaklaşık 1 milyon katıdır, buna rağmen yaşananlar bu insanların artık isyan etmesine ve tepkilerini göstermeye başlamaları ile sonuçlandı.

Eylül ayında yayınlanan belgeler ile öğreniyoruz ki, bugün yaklaşık olarak 15-16 milyon nüfusa sahip olan İstanbul’da barışçıl protesto gösterilerine katılanların sayısı 7 milyon 250 bin kişidir. Yani ülkenin en büyük şehrinin %47’sini oluşturan kitle “bana saygı duy” diyerek sokağa dökülmüştür. Bu rakam İzmir ve Ankara’da 3 milyondur. Direniş 81 şehri olan Türkiye’de 80 ilde gerçekleşmiştir. Kısacası, sadece ülkenin 3 büyük şehrinde 13 milyon insan “beni yok sayamazsın” düşüncesi ile sokağa çıkmıştır. Kimse bunun önemsiz olduğunu söyleyemez.

Diyorlar ki, neden bu kadar sert tepki veriyor iktidar sahipleri? Nedeni çok basit aslında, korkudan ödleri patladı çünkü. Linç edilerek öleceklerini sandılar. Buna inandırdılar kendilerini. Oysa bu insanların amacı kimseyi öldürmek değildi. İstedikleri şey “bu ülkede yaşayan herkese saygı duyacaksınız, sizin gibi düşünsün ya da düşünmesin, aksi halde ne yapar eder seni o koltuktan kaldırırım” düşüncesini dile getirmekti.

Ancak iktidar sahipleri olanlar her zaman her şeyi işlerine gelecek şekilde anlarlar. Onlar emirleri altındaki polis kuvvetlerine cinayet işleme hakkı verirler. Onlar polise kendi vatandaşı üzerinde kimyasal silah kullanma hakkı verirler. Onlar polisin tabancasını çıkarıp bir insanı öldürmesine göz yumarlar. Buna da ileri demokrasi derler.

İleri demokrasi tanımı bugüne kadar iki kez daha kullanılmıştır. Mussolini ve Hitler tarafından. Kendilerinin yaptıklarını anlatmaya gerek yok. Her şey fazlasıyla açık ve net.

60’lı yıllarda Türkiye’de öğrenci hareketlerinin merkezlerinden olan ODTÜ öğrencileri bugünlerde okullarının ormanından yol geçirmeye çalışan Ankara Büyükşehir Belediyesi ile mücadele ediyor. ODTÜ öğrencileri ve onlara destek verenler şanlı bir şekilde direnişe devam ediyorlar. Tek amacı rant elde etmek olan Ankara Büyükşehir Belediyesi o kadar hain davranışlar sergiliyor ki, insanların canları pahasına korudukları ağaçları sabaha karşı gizli gizli kestiler. Buna rağmen oradaki gururlu insanlar o araziye yeni fidanlar ektiler, ekmeye de devam ediyorlar. Bu gençler asla vazgeçmeyecekler, iktidar sahipleri bunu asla unutmasın!

22 Ekim 2013 Salı günü bu ülkenin başbakanı (başbakan ünvanını halifelik ile karıştırıyor da neyse) ki kendisi hep dindarlığı ile övünür, yol için, yani rant elde etmek için gerekirse cami bile yıkacağını canlı yayınlanan meclis grup toplantısında söyledi. Yani önemli olan ranttır, bu uğurda her şey mubahtır dedi.


Son olarak şunu söylemek isterim ki, bu zat bu makamda kaldığı süre içerisinde fırsat bulursa Kâbe’yi yıkar başka bir yere taşır ve oraya AVM yapar. Sonra da, “ne olacak kardeşim Kâbe’yi başka yere taşıdık onun yerine de Arap kardeşlerimizin güzel vakit geçireceği bir AVM yaptık” derse hiç kimse şaşırmasın.

23.10.2013

18:34

Elde değil ki,
Suçlamamak kendimi.
Her gün her saniye,
Yok ediyorum benliğimi,
Ağır çekim intihar eder gibi…

Neden nasıl diye soruyorum kendime,
Cevabın olmadığını,
Olsa bile kabul etmeyeceğimi,
Bile bile;
Hak etmediğimi hiçbir şeyi…

Gün batımını izliyorum,
Kulağımda bir şarkının sözleri,
Mavinin kızıla,
Kızılın da siyaha dönüşmesi gibi;
An be an yitiriyorum benliğimi…

Tıpkı, gizliden gizliye intihar eder gibi.


[Volkan Uzunoğlu – 23/10/2013]

Zaman

Gelmişse gitme zamanı, biliriz gitmesini; arkamıza bakmadan, korkusuzca. Bizi neyin beklediğini bilsek de bilmesek de, aslında korkudan ödümüz patlıyor olsa bile, gideriz. Gitmemiz gerekiyordur çünkü.

Zaman diye bir şey yok aslında, bu bizlerin uydurduğu bir kavram. İnsanoğlu bakmış ki belli şeyler belirli bir düzende gidiyor, bende bir temel bulunan bu çukura bir bina dikeyim demiş, olmuş sana zaman.

Bir de dememişler mi, her şeyin bir zamanı var diye… Her şeyin zamanı yok canım benim, belli şeyler ancak belirli dönemlerde oluyor, bazı şeyler ise insanın keyfine kalmış durumda. Zaman dediğiniz şey böyle yani, istikrarlı değil.

Her neyse, zaman üzerine tartışmayalım. Zamanın bize olan anlamını da tartışmayalım. Sadece, öylece düşünelim.

Düşün düşün nereye kadar, bilmiyorum. Belki de biliyorum, hem de herkesten daha iyi. Ancak işime gelmiyor.

Onu düşünüyorum. Bu aralar hep onu düşünüyorum. Ona âşık değilim. Hiç olmadım da. Ama hep onunla yakın olacağımızı düşünmüştüm. Öyle olsun istemiştim. Olmadı. Ben hatalar yaptım, o da gitti. Arkasına bile bakmadan, gitti…

Onu gördüm geçen gün. O beni gördü mü, bilmiyorum. Sanırım gördü. Hatta bir an için göz göze gelmiş bile olabiliriz. Emin değilim. Ama ona kaçamak bakışlar attığımı, onun gülümsemesini yakaladığımı ve hem mutlu olduğumu hem de hüzün dolduğumu biliyorum. Ona tekrar sarılabilmeyi çok isterdim.

Onu yine görmek istiyorum. Birkaç dakika bile olsa onunla baş başa kalmak, sadece onun sesini duymak istiyorum. Bir ömür boyu dost kalmak istediğim ilk kadındı o. Çok özeldi benim için. Ama onu kaybettim. Kaybettim!

Sevdiğiniz birisi öldüğü zaman çok üzülürsünüz. Onu bir daha asla göremeyeceğinizi biliyorsunuzdur çünkü. Ama zamanla bir şekilde hem kendiniz hem de onun için devam edersiniz yaşamaya. Yapabileceğiniz tek şey budur çünkü. Ama, eğer kaybettiğiniz kişi yaşıyorsa, ve siz ona yaklaşamıyorsanız, bu çok acı verir. Dayanılmaz bir acı verir.


NOT: Yazar burada kişisel tecrübelerini dramatize ederek yaşamış olduğu bir tecrübeyi değiştirerek kâğıda aktarmıştır.

22.10.2013

Kurtulan Olmayacak

Derler ki, insan asıl karakterine bürünene kadar, yani olması gereken kişi olana kadar 3 büyük değişim geçirir. Bu 3 değişim kişinin önceki karakterlerini ifade eder. Yani insan 4 karakterlidir ve sonunda 3 tanesi ölecektir.

İnsanın ilk karakteri doğduğu andan ergenliğe kadar yaşadığı dönemde görülür. Kişi ergenliğe girdiğinde, karakterinde keskin değişimler gözlenir. Fiziksel değişimle beraber ruhsal değişim de hızlanır. Böylece insan ilk karakterini öldürür ve yerine ikincisini koyar.

İnsanın ikinci karakteri ergenliğe giriş ile yetişkinliğe geçiş arasındaki dönemdir. İnsanoğlunun adeta bir fırtına misali yaşadığı, pek çok şeyi ilk kez deneyimlediği, çok sayıda yanlış karar verdiği bir dönemdir. Fiziksel olarak olmasa da, ruhsal olarak bu dönemde yaşanan travmalar kişinin geleceğini büyük ölçüde etkiler. Kişi yetişkinliğe geçerken bu asi karakteri öldürür ve yerine 3. karakterini koyar.

Kişinin 3. karakteri yetişkinliğe geçişte başlar, biteceği kesin olmakla beraber ne zaman biteceği belli değildir. Bu ara bitiş noktası kişiden kişiye farklılık gösterir. Bu ara bitiş noktası, insanın yaşadığı en büyük travma olacaktır. Söz konusu travma iyi anlamda da olabilir, ancak kişide son kez büyük bir değişim yaratacağı kesindir. Bu travmanın ardından, kişi olması gereken kişi olur. Dördüncü ve son karakterine bürünür.

Kişinin dördüncü ve son karakteri, ruhsal olarak zayıflamış olan insanın ayakta kalmayı başarmış olan son dayanağıdır. Kişi burada başladığı işleri bitirmek ister. Çoğu zaman bunların sonucunu önemsemez. Sadece sona ermesini ister. En sonunda da kendi hayatı sona erer. Ve döngü yeni bir dünyada aynı ruh ile sıfırdan başlar. Bu böyle gider.


İnsanların “gözlerini dört aç” demesi buraya bir göndermedir. Karşınızda gördüğünüz kişi fiziksel olarak 1 kişidir, ancak 4 karaktere sahiptir.

21.10.2013

4 Dakika

Fazlasıyla yeterli bir süre, 4 dakika. Dünyayı değiştirmek için.

Zaman akıp gitmeye devam ediyor, kontrol avucumuzun içinden kaçıp gidiyor, yapılması gereken tek bir şey kalıyor, savaşmak.

Büyük savaşçılar yalnızca gerektiğinde savaşanlardır. Son ana kadar barışçıl çözümler ararlar. Tahmin edildiği üzere bu her zaman gerçekleşmez. İşte o zaman, bu insanların gözü kör oluverir, kimseyi hiçbir şeyi tanımazlar, yok ederler.
Yaşamak zamana karşı savaşmaktır. Hayatta kalmak son saliseye kadar umutlu olmaktır. Mutlu olmak, sabretmenin sonucudur.

Sevmek sevilmenin, sevilmek sevmenin sonucudur. Var olmak ise yok olmanın…
Devamlı tetikte olmak gerek. Hayat uyumuyor çünkü. Ancak, bazı zamanlarda da akışına bırakmak gerekir. Nasıl diye düşünmeyin, zamanı geldiğinde anlayacaksınız.
İnsanoğlu değişimin merkezinde yer alır. Bu nedenle de yaşamda en çok değişen şey insandır. Devamlı daha iyisini daha yenisini arar insanoğlu. Amacı budur çünkü. Hep gelişmek, hep değişmek…

İnsanoğlu devamlı değişir. Ama bazı şeyler de asla değişmez. Akla ilk gelen sevgidir. Birisini gerçekten gönülden sevdiğiniz zaman duygularınızın değişmesi neredeyse imkânsızdır. Sonra vefa duygusu gelir. Size iyi olanlara karşı siz de iyi olursunuz. Kolay kolay kötülük yapamazsınız onlara. Eğer onlara zarar verirken ruhunuzda ufacık bir zerre bile etkilenmiyorsa, karaktersizsiniz demektir. Bu da bir insan için en kötü şeydir.

Bazen, sevdiklerinizi korumanız gerekir. Onları kendinizden daha çok önemsemeniz, onlara kimsenin veremeyeceği düzeyde bir değer vermeniz, onları kimsenin sevemeyeceği kadar çok sevmeniz gerekir. Onların yanında olmanız gerekir. Durum ne olursa olsun. Yeri geldiğinde onların hatalarının sonuçlarına bile beraber katlanmanız gerekir. Çünkü, bilirsiniz ki; siz olmazsanız o çukurdan çıkamayacaktır o.

Bazen, ne yaparsanız yapın o sevdiğiniz kişiyi koruyamazsınız. O gider. Uzaklara, asla geri dönemeyeceği diyarlara…

Böyle zamanlarda elbette yas tutmak gerekir. Ancak daima bilinmelidir ki, artık sadece kendiniz için yaşamak zorunda değilsinizdir. Hem kendiniz, hem de o çok sevdiğiniz kişi için mücadele etmek, var olmak durumundasınızdır. Bu çok ağır bir sorumlulukmuş gibi görünür, ya da öyle gösterirler ama aslında bunun sizin sadece kendiniz için yaşamanızdan pek bir farkı yoktur. Aksine, avantajlarınız bile oluşur. Belki çok sevdiğiniz birini kaybetmişsinizdir, ancak onun hayattaki olası şanslarını da size devrettiğini bilirsiniz. Uzaklara giderken bile size kıyak geçmiştir yani. Bundan daha güzel bir hediye olabilir mi?

Sevdikleriniz için yapabileceğiniz en güzel şey onlara henüz onları kaybetmeden “seni seviyorum” demek olacaktır. Sevildiğini bilmek insana sonsuz bir güç katar. Bu gücü ne siz onlardan, ne de onlar sizden esirgemesin.

Her şey biter, ama sevgi bitmez.

20.10.2013

Sıcak Çikolata Günlükleri - 5

Yanında olacağım. Kimsenin yapmadığını, yapmak istemediğini yapacağım. Yanında olacağım. Sana sımsıkı sarılacağım ve kimsenin seni üzmesine izin vermeyeceğim. Nefes aldığım sürece üzülmene izin vermeyeceğim.

Verilen her söz tutulabilir mi? Çoğunlukla hayır cevabını duyar gibiyim. Belki de doğru. İnsanoğlu pek çok sefer asla tutamayacağı sözler veriyor. Bunların birçoğu gerçek bir söz bile değil. O anda duygusallığı arttırmak ya da son noktayı koymak için verilmiş sözler. Yani, zaten inanmadan söylenen sözler bunlar, nasıl olur da olmasını beklersiniz ki?

Hayat kısa. Hayat o kadar kısa ki, ciddiye bile almamak gerek. Hayatın tadını çıkarmak gerek. Bu bahsettiğim tadını çıkarmak meselesi mantık dışı şeyler yapmak olsa bile. Problemler daima ikinci planda olmalı. Ön planda sizi mutlu eden şeyler, kişiler olmalı. Müziği mi seviyorsunuz? Müzik ile ilgilenin. Sadece bir dinleyici bile olsanız, en iyi dinleyicilerden olun. Her müziği dinleyin. Hepsinin benzer duyguları kendine özgü bir biçimde anlattığını fark edin. Ve bunun tadını çıkarın.

Zamanın bizlerin sandığından çok daha hızlı akıp gittiğini asla unutmayın. Yaşamak zamana karşı yapılan bir yarıştır. Sizin yapmanız gereken şey bu kısa sürede mümkün olduğunca ilerlemektir. Elinizde hazır bir rota yoktur. Rotayı siz belirlersiniz; sevdiklerinizle, yaptıklarınızla, hayallerinizle, sevinçleriniz ve üzüntülerinizle…


Zaman o kadar kısa ki, söylemek istediklerinizi yapmak istediğiniz şeyleri yapmak için neredeyse tek bir şansınız var. O nedenle, korkmayın. En kötü ne olabilir ki? Başarısız olursunuz. Olsun! Kaldığınız yerden yeniden başlarsınız. Böylece asla pişman olmazsınız. Zamanın sonuna yaklaştığınızda gerçek anlamda huzurlu olursunuz. Bundan daha önemli bir şey var mı?

19.10.2013

2013 Dünya Kulüpler Şampiyonu Vakıfbank

VakıfBank Spor Kulübü, 1986 yılında “Güneş Sigorta Spor Kulübü Derneği” adı altında, Türk sporunun gelişimine katkıda bulunmak amacıyla faaliyetlerine başladı. Kurulduğu yılın hemen arkasından Mali Küme'den (dönemin ikinci ligi) A1 Bayanlar Ligi'ne çıkan ilk kulüp olma özelliğini taşıdı.

1991 yılında ligi ilk kez 3. sırada tamamlayarak zirve yarışında yer almaya başlayan VakıfBank, 1992 yılında ilk kez Türkiye Kadınlar Voleybol Ligi şampiyonluğunu elde etti. VakıfBank, 1993’te de şampiyon olarak hızlı yükselişini devam ettirdi. 1999-2000 sezonu sona erdiğinde 4 kez birinci lig şampiyonu (1992,1993,1997,1998), 3 kez de Türkiye Kupası (1995,1997,1998) şampiyonu olmuştur. Kulüp, 1 Haziran 2000 tarihinde Ankara ekibi VakıfBank SK ile İstanbul ekibi Güneş Sigorta SK'nın birleşmesi sonucunda “VakıfBank Güneş Sigorta Spor Kulübü” adını aldı.

         1998’de ve 1999’da Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nda iki kez üst üste final oynama başarısını gösteren VakıfBank oynadığı iki finali de kaybederek iki gümüş madalya kazanmıştır. 2000 yılında Avrupa Konfederayon Kupası’nda 3. Olan VakıfBank, 2004 yılında da Avrupa Kadınlar Top Teams Kupası şampiyonu olarak tarihinin ilk Avrupa şampiyonluğunu elde etmiştir.

2012-2013 sezonu da dahil, Vakıfbank Spor Kulübü Türkiye Kadınlar Voleybol Ligi'nde 7 kez şampiyonluğa ulaşmıştır.

VakıfBank Güneş Sigorta, 2007-08 sezonunda Top Teams Kupası yerine ilk kez oynanan Challenge Kupası'nı kazanarak Avrupa'da 2. kez şampiyonluk unvanı sahibi oldu. Avrupa Bayanlar Challenge Kupası'nın Final-Four'una Bursa'da ev sahipliği yaptı.

Final-four'u İstanbul'da yapılan CEV Şampiyonlar Ligi'nin 2010-11 sezonunda, yarı finalde Fenerbahçe Acıbadem'i, finalde ise Rabita Bakü'yü yenerek, 51 yıllık organizasyon tarihinde yenilgisiz gelip, Türkiye Voleybol Ligleri adına bir ilki yaşatarak şampiyon oldu.

Sponsor firmalardan VakıfBank'ın, Güneş Sigorta'yı satma kararı almasından dolayı, 2011-12 sezonu için kulüp VakıfBank Türk Telekom adıyla yoluna devam edeceğini bildirdi. 2012-13 sezonunda ise VakıfBank SK adı altında lanse edildi.

2012-13 sezonunda “Teledünya Türkiye Kupası” finallerinde Eczacıbaşı Vitra'yı 3-0 yenerek kupanın sahibi olan VakıfBank böylelikle 15 yıllık kupa hasretine de son verdi.

VakıfBank SK, 2013 CEV Şampiyonlar Ligi dörtlü finallerinde, finalde Azerbaycan temsilcisi Rabita Bakü'yü 3-0 yenerek, bu kupayı tarihinde ikinci kez müzesine götürdü.

2012-13 Acıbadem Bayanlar Voleybol Ligi finallerinde Eczacıbaşı Vitra'yı seride 3-0 geçerek, 7 yıl sonra şampiyonluk kupasının sahibi olmayı başardı. Böylelikle 2012-13 sezonunu üç kulvarda da şampiyon olarak noktaladı. 2013 Süper Kupa mücadelesinde karşılaştığı Eczacıbaşı Vitra'yı 3-2 yenerek bu kupayı ilk kez kazandı.

Vakıfbank SK, son olarak İsviçre'nin Zürih kentinde düzenlenen 2013 FIVB Dünya Kulüpler Şampiyonası'nda Brezilya temsilcisi Unilever Vôlei'yi 25-23, 27-25 ve 25-16'lık setlerle 3-0 mağlup ederek tarihinde ilk kez şampiyon oldu. Bu zaferin en önemli özelliği, VakıfBank takmının bu galibiyet ile yenilmezlik serisini 52 maça çıkarmasıdır.


Vakıfbank Spor Kulübü’nün Türkiye’de ve Avrupa’da kazanmadığı kalmamıştır. En ufak başarısızlıkta “kına yakın” diyenlerin bu spor kulübünü örnek alması gerekmektedir.

14.10.2013

Sevgimi Hissetmeni İstiyorum

“Gözlerinin içine bakmak istiyorum. Gözlerimin içine bak istiyorum. Gözlerin gözlerime değsin, gözlerin gözlerimde sonsuzluğu görsün istiyorum. Sen, gözlerimde sonsuza dek sadece sen olacağını hisset istiyorum.

Sesini duymak istiyorum. Sesimi duy istiyorum. Beni dinle diye umut edebiliyorum sadece. Beni dinle, anlatayım sana bendeki seni. Öğren ve anla bendeki seni, idrak et seni ne kadar çok sevdiğimi…

Elini tutmak istiyorum. Elimi tut istiyorum. Tenim tenine değsin, sevgimi hisset istiyorum. Tenin tenime değsin, bendeki değerini anla istiyorum. Ben sana bir kez olsun dokunabilmek için ne kadar istekliyim, ama seni kendimden bile sakınıyorum, bil istiyorum.

Evet, istiyorum, tüm bunlar olsun istiyorum. İstiyorum ki, anla sen, seni senden bile çok sevdiğimi. İstiyorum ki; hisset sana olan sevgimi…”

Bunlar çok sevebilecek birisinin satırları. Bunlar halen aşka inanan birinin satırları. Bunlar henüz bir milyonuncu kez reddedilmemiş birinin satırları.

Böylece daha bir açıklayıcı oldu sanki.

İnsan neden bu denli çok sever?

Ya da, nasıl böyle sevebilir?

Var mı bir açıklaması? Olabilir de, olmayabilir de.

Anlatmaya çalışayım size:

Günün birinde birisi ile karşılaşırsınız. O kişiyi gördüğünüz anda tıpkı elektrik çarpmış gibi en ufak zerreciğinize kadar bir aydınlanma hissedersiniz. İşte o aydınlanma anı sevmenin başladığı andır. Sevmek eylemi tıpkı bir bebeğin anne karnında büyümesi gibidir. Büyüdükçe özellikler kazanır, her şey yerli yerine oturur, sevgi giderek gelişir ve olgunlaşır. Sonra bir gün o sevdiğiniz kişiye “seni seviyorum” dersiniz, ilk defa. İşte o çocuğun doğum anıdır. Ancak çocuğun yaşayıp yaşamayacağına siz değil karşınızdaki kişi karar verir.

Kısacası, her şeyi siz yaparsınız ama son noktayı o koyar. Bencilce bir şey gibi durur ama öyle gerekir.


İşte sevmek, hissetmek, açılmak ve karşılık beklemek eylemleri böyle şeyler.

13.10.2013

Sıcak Çikolata Günlükleri - 4

Bugünün konusu “kendi hayatına yön verebilmek”.

Derler ki insanlar kendi kaderlerinin mimarıdır. Seçimlerimiz bizi olduğumuz kişi yapar, yaşadığımız hayatları yaşatır. Bu çok doğru bir deyimdir. Ancak, eksiktir.

İnsanoğlu kendi kaderine yön verebilme olanağına sahiptir, ancak dış etkenlere karşı da dikkatli olmalıdır. Günümüzde pek çok insan kendi fikirlerinden çok başkalarının düşüncelerine önem veriyor ve hayatını başkalarının seçimlerine göre idame ettiriyor. Bunun sonucunda da bir ton pişmanlık ve üzüntü ortaya çıkıyor.

Bu çok basit görünen ancak aslında çok zorlu bir şey olan “kontrolü elinde tutma” eylemi bizler için kritik derecede önem arz eden bir eylem. Çoğu zaman bunu önemsemiyoruz, çünkü bizler de kalabalık gibi düşünüyoruz, ya da öyle sanıyoruz. Ama işler göründüğünden farklı. Kalabalık gibi düşündüğümüz zamanların büyük bir çoğunluğunda esas düşüncemiz, isteğimiz görünenden son derece farklı.

Bu söylediklerimi uzun uzun açıklayıp da siz bu satırları okurken, bende bunları yazarken uykumuzun gelmesini sağlamayacağım. Zaten, tüm olası açıklamalar kişinin kendisine göre farklılıklar gösteriyor ve bu dünyada yedi milyarı aşkın insanın olduğunu düşünürsek; açıklama kısmı biraz uzun sürebilir.

Yine de, sizler bilseniz bile duymak istediğiniz, duymaya ihtiyaç duyduğunuz şeyleri söyleyeyim:

Kim ne derse desin, o kişi sizin için ne kadar önemli olursa olsun; öncelikle kendi fikrinizi oluşturun, değerlendirin, karar verin, o kişi ya da kişilerin fikrini bundan sonra alın.

İnsanların size sizin kadar değer vermeyeceğini unutmayın. Size sizden çok daha fazla değer veren bir kişi de olacaktır elbet, ancak bu kişiyi bulma olasılığınızın yedi milyarda bir olduğunu asla unutmayın.

Kimse sizin hayatınıza sizden daha net bir şekilde bakamaz. İstediğiniz kadar ayrıntı kullanın, bunun bir yolu yok. Yani, konuştuğunuz, fikir aldığınız kişilerin net bir yorum yapamayacağını unutmayın.

Kendi hayatınızı yüceltecek de yerin dibine sokacak olan da sizsiniz. Bir başkası değil. Bunu asla unutmayın.

Ne kadar çok kişi sizinle aynı şekilde düşünüyorsa o düşünceyi o kadar kez tekrar gözden geçirin. Unutmayın, eğer bir konuda pek çok kişi herhangi bir açıklama olmadan körü körüne aynı şeyi düşünüyorsa o düşüncede bir hata var demektir. Ancak, herkes bir şekilde bir dayanak belirtebiliyorsa; o zaman o düşüncede olsa olsa ayrıntılarda hata olabilir.

Sonuç olarak;

Siz, siz olun, kendi hayatınızı kendi kararlarınızla inşa edin.


12.10.2013

Aşk Var Mı?

Belki de kâinatın cevaplaması en zor sorusu olabilir, aşk var mıdır?

Bu soru sorulduğunda herkes evet ya da hayır diyor, nedenlerini açıklasalar bile sonuç ortada kalıyor. İşte hata da burada başlıyor. Cevaplar birbirinin zıttı dahi olsa aynı bakış açısından bakıyoruz soruya. Oysa daha net bir cevap bulmak için farklı açılardan da bakmak gerekiyor. Yoksa gün gelir sizin o çok sağlam düşüncenizi yıkıp geçerler. Siz de ortada kalırsınız.

Bu nedenle bugün konuya aşk açısından değil de âşıklar açısından bakacağım. Cevabı bir de böyle aramak gerekiyor çünkü.

Konu aşk olabilir ancak konu o diye konuya illa o açıdan bakmak gerekmiyor. Bu tıpkı bir matematik sorusunun çözümünü ararken çözüme ana resimden başlamak değil de verilen ufacık bir bilgiden başlamak gibi görünüyor. Daha açık anlatmak gerekirse, sökülmüş bir iplik bulursunuz, ondan başlayarak tüm elbiseyi sökersiniz. Benim yapmak istediğim de bunun gibi bir şey.

Şimdi, gelelim âşıklar konusuna. 3 tür âşık var. Birincisi, seven ve sevilmeyen âşık tipi. Platonik de diyorlar. İkincisi, seven sevilen ama mutsuz olan âşık tipi. Severek ayrılmak diyorlar ya, o bu oluyor işte. Üçüncü seçenek de, seven sevilen ve mutlu olan âşık tipi. Mutlu son dediğimiz şey de bu oluyor işte.

Buradan da orijinal bakış açısındaki gibi iki sonuç ortaya çıkıyor. Aşk vardır, aşk yoktur. Ancak bu sefer nedenini de net bir şekilde anlayabiliyoruz. Yani bir şey pat diye söyleyip de sonrasında iki saat anlatacağımıza baştan biraz düşünüyor öyle konuşuyoruz ve sorun çözülüyor.

Sonuç olarak, aşkın varlığı kişinin tecrübelerine göre değişiklik gösteriyor. Yani aşk diye bir şey var, ancak bunu reddedenler de var.


Son olarak, tam bir cevabın asla var olmayacağını da kabul etmemiz gerekiyor. Ancak, sizi seven birileri varsa ne mutlu size…

10.10.2013

Arkadan Konuşmalar

Konuşuyorlarmış arkamızdan, şöyle de böyle öyle de diye. Konuşsunlar, ne yapalım. Hepsini tek tek susturmaya çalışırsak yaşamaya vakit kalmaz.

Eğer bir insan arkasından konuşulanları hali hazırda biliyorsa zaten öyle çok fazla alınmaz. Onun alınmasını sağlayan şey olsa olsa onun arkasından konuşanlara verdiği değerdir. Eğer önemsediğiniz biri sizin arkanızdan atıp tutuyorsa bu sizi yaralar. Bunu bilmek için şu yaşta bu tecrübede olmaya gerek yok. Yaşamış olmak yeter de artar.

Bir insan düşünelim; kadın ya da erkek fark etmez, vereceği tepki aynı olacak nasılsa. Bu kişinin insanlara olması gerekenden fazla değer veren biri olduğunu düşünelim. Bu kişi için önemli olan insanların onu önemli görmediğini düşünelim. Ne demek istediğimi anladınız değil mi? Pis bir durum var ortada yani.

Ortada bir aldatma var. Büyük bir kandırmaca var. Ortaya çıktığı taktirde bir insanın kendi hayatını sona erdirmesine kadar gidecek bir travma yaşamasını sağlayabilecek büyüklükte ve derinlikte bir kandırmaca var.

Taraflar bunu biliyorlar mı? Evet.

İşte pislik burada başlıyor.

Her iki tarafında haberinin olduğu, ancak her iki tarafında böyle bir durum yokmuş gibi davrandığı pis bir oluşum var ortada. Yalanların en büyüğü bu oluyor işte.

Tüm bunları neden yazıyorum. Tek bir nedeni var aslında.

Yaşınız, hayat tecrübeniz ne olursa olsun; etrafınıza bir kez daha ama bu sefer tarafsız olarak bakın. Emin olun, daha önce farkına varmadığınız çok şey göreceksiniz. Aslında hayatınızda pek çok şeyin yalandan ibaret olduğunu, sallantıda gibi görünen ilişkilerinizin ise aslında çok sağlam olduğunu anlayacaksınız.

Bu kadar şey söylemek yerine “hayata farklı bir bakış açısı ile bakın” deyip de geçebilirdim. Ama o zaman herkes gibi olurdum. Ben nasıl bakmanız gerektiğini, nelere dikkat etmeniz gerektiğini düşündüğümü de ayrıntılı olarak belirttim. Bu da benim size tavsiyem olsun.


Bu kadar.

8.10.2013

Eften Püften İşler Cumhuriyeti

Son aylarda ülkemizin aldığı görüntüye gülmemek elde değil. Bir yanda iktidara “orada kalmak istiyorsan bana saygı göstereceksin benim de dediğim olacak” diyen gençlik, bir yanda evladını keriz sanan baba misali saçmalayan “iktidar sahipleri”. Peki bu duruma neden gülüyoruz? Ağlanacak halimize gülmeyi tercih ediyoruz da ondan.

Türk insanı (anlayamayan cahiller için Türkiye Cumhuriyeti Devleti Vatandaşları) her zaman duygularını uçlarda yaşamıştır. Bunu anlamak için son 20 senedeki televizyon dizilerine bakmanız yeterli. Bir dönem sadece komedi ilgi görürken bir başka dönemde ise yalnızca ağır dramanın iş yaptığını görüyoruz. Ülkede denge hali yok yani. İçerisinde bulunduğumuz ortam tam olarak böyle bir durum komedisi işte. Bir yanda zeki espriler kullanan gençlik, bir diğer yanda dramatik sahneyi yumuşatacağım diye iğrenç espriler yapan hükümet…

Geçtiğimiz aylarda bir bakan mı bakmayan mı belli olmayan biri demişti ki “burası Muz Cumhuriyeti değil”. Doğrudur, burası orası değil. Burası olsa olsa Eften Püften İşler Cumhuriyeti olur. İktidar sahipleri kendilerini Einstein zannederken halkı da idiyotik derecede zekâ engelli sandığı için, karşılarındaki insanlar onlardan daha zeki dokunuşlarda bulunduklarında afallıyorlar. Bunun sonucunda da saçmalıyorlar ve ortaya bu durum komedisi çıkıyor.

Kısacası, burası gerçekten Eften püften İşler Cumhuriyeti olmuş da haberimiz yok.

Türk kelimesini ırkçı sananlar hangi ülkenin vatandaşı oldukları sorulduğunda “Eften Püftenim ben” der artık.

Merak edenler için;

İngilizcesi “flimsy”

Fransızcası “carie”

Almancası “zerfall”

İtalyancası “decadimento”

İspanyolcası “decaimiento”

Çincesi  “

Ne demişler; bunlar eften püften işler…


7.10.2013

3. Sınıf Kabadayı

Dün gece, 6 Ekim 2013 Pazar akşamı Kadıköy Şükrü Saraçoğlu Stadı’nda Fenerbahçe – Trabzonspor maçı oynandı. Maç başladığı gibi 0-0 sona erdi. Son derbi maçlarına bakıldığında belki de saha içinde çok az olayın yaşandığı maçlardan biriydi.

Skorun da etkisiyle, maçın son 10 dakikasında ortam gerilmeye başladı. Trabzonspor kalecisi Onur Kıvrak’a yabancı maddeler atıldı. Bu son derece yanlıştı. Olayın sonrasında sakinliğini koruyamayan Onur Kıvrak’ın da yaptığı hareketler hali hazırda skor yüzünden gergin olan taraftarı iyice sinirlendirdi. Maçın bitiş düdüğünden sonra önünde olduğu Migros tribününe bir şeyler söyleyen ve el kol hareketleri yapan Onur bu sefer Fenerbahçeli futbolcu Selçuk Şahin tarafından uyarıldı ve ortalık ufak çaplı da olsa karıştı. Sağduyu sahibi oyuncuların araya girmesiyle olay büyümeden kapandı.

Buraya kadar bizler için klasik bir hal almış olan derbi ortamı için hafif atlatılmış bile denebilecek bir durum vardı ortada. Bu arada, herkes bilir ki, böyle maçlardan önce bir güvenlik komisyonu kurulur, kimin ne zaman nasıl giriş çıkış yapacağı belirlenir, herkes de o kurallara uymak zorundadır. Başkanlığa seçildiği günden beri kendisini futbolun efendisi sanan Trabzonspor başkanı (kendisinin ismini yazmayacağım, kendisini düşünmek bile beni fazlasıyla geriyor) yine kuralları hiçe sayarak taraftarların stadı boşaltmasını beklemeden, hiç kimseye haber vermeden kendi kafasına göre hareket ederek stadı terk etmeye kalktı ve kendisini basın mensupları ile beraber taraftarların ortasında buldu. Durum bununla da kalmadı, bu zat zaten maçın son dakikalarında iyice gerilmiş olan taraftarların sözlerine o sırada vermekte olduğu röportajı keserek karşılık verdi ve taraftarı provoke etti. Bu olay ateşin üzerine benzin dökmek gibi bir etki gösterdi ve taraftarlar bu zatın da içinde bulunduğu kalabalığa doğru ilerlemeye başladı. Bir anda olaylar linç girişimine döndü.

Olaya baktığınız zaman, Fenerbahçe taraftarının yaptığı son derece yanlış. Ancak bazı kişiler kendilerini kural ve kaidelerin üzerinde görmemiş olsaydı bu durum yaşanmayacaktı. Aslında, tüm olayların çözümünün burada saklı olduğunu görüyoruz. Kurallara uymak.

Her ne kadar kurallar yıkılmak içinde yapılmış olsa bazı kaidelerin her daim korunması lazım. Yoksa en ufak bir hatada her şey bir çığ gibi büyür ve ortalık karışır.

Bir de eklemek gerekir ki, devlet televizyonunda futbol programı yapan bir kişinin, olayların sebebini “tribün çıkışında taraftarların bulunması” olarak göstermesi de tam bir fiyaskodur. Kendisine buradan bir kez daha sormak gerek; tribün çıkışında taraftar değil de Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası mı olacaktı?

Not: Fenerbahçe taraftarı tüm zorluklara rağmen yine 34. Dakikada ortalığı inletmeyi başardı “Her Yer Taksim Her Yer Direniş” tezahüratları ile.


6.10.2013

Sıcak Çikolata Günlükleri - 3

Günün konusu görüntü.

Dış görünüş ne zamandan beri bu kadar açık farkla ön planda? Sanırım modern insanın tam anlamıyla ortaya çıkmasından beri. Peki, ne zamandan beri açık farkla dörtnala koşuyor? Çok uzun bir süre olmadığını düşünüyorum.

Dış görünüşün elbette bir önemi var. İkili ilişkilerde çekim konusunda önemli bir pay sahibi. Ancak pay sahibi olması tüm çekimin dış görünüş nedeniyle olması demek değil.

Araştırmalar var bu konuda; bugün dış görünüşün %60 oranında büyük bir pay sahibi olduğu söyleniyor. %30’luk bir bölüm kişinin karakteri, geri kalan %10 ise kişinin o an içerisinde bulunduğu ruh hali olarak görünüyor.

Çok değil, yalnızca 10 sene önce, benzer bir araştırmada sonuçların sırasıyla %40, %40 ve %20 olduğunu söyleniyor. Dış görünüş, karakter ve ruh halinden %10’luk paylar çalmış durumda. Yani toplamda %20 gibi önemli bir oran değişiklik gösterebiliyor.

Rakamları bir kenara bırakalım, olayın duygusal boyutuna gelelim. Mantık kuralları çerçevesinde bakıldığında duygusal çekimin ön planda olması gerekiyor. Dış görünüşün ise oradaki eşik noktası olması gerekiyor. Yani belli bir azlıkta dış görünüşün bile yeterli olması gerekiyor. Bunu ben değil, mantık söylüyor, ben sadece aktarıyorum.

Burada, aslında insanın nasıl değişmekte olduğunu görüyoruz. İnsanoğlunun yüzeysel kararlar vermeye başladığını fark ediyoruz. Bu gidişatın hayatın her alanında kötüleşmesinin de bir kanıtı niteliğinde.

Sonuç olarak; kimse kimseyi beğenmek zorunda değil. Ancak insanlar ile ilgili kararlar alırken yalnızca dış görünüşe yönelik kararlar vermek de acımasızlık.

Bunun farkında olanlar yok mu? Elbette var öyle insanlar. Ancak, onlar dışlanmış, eksik görülen insanlar. Ayrımcılık daima devam ediyor yani.


Son olarak; siz, siz olun insanları tanımadan kesin kararlar vermeyin. Ön yargınız olsun, ama sonucu etkilemesin.

5.10.2013

Adını Bilmediğim Kadın

Adını bile bilmiyorum. Ancak, bu satırlar sana yazılıyor.

Bir daha karşılaşır mıyız, karşılaşırsak yanına gelip kendimi tanıtır mıyım, ya da bir mucize olur da sen gelip benimle tanışır mısın; zor, çok zor.

İnsanoğlu bazen öyle deneyimler yaşar ki, bu tecrübeler kendisinde iz bırakır. Bunlar öyle özel öyle hassas izlerdir ki kimseye bahsedemezsiniz. Size özel kalırlar. Belki de kalmalılar. Ancak bazı manyaklar da var ki, benim gibi, onlar da bir yolunu bulup bunu paylaşırlar. Benim yolum da bu. Yazmak.

Anlatmak istediğim şey seninle yaşadıklarımız değil. Zaten baktığın zaman öyle çok da bir şey olmamış gibi duruyor. Ancak o birkaç saniyelik göz göze bakışma, karşılıklı gülümseme ve o muhteşem sarı saçlarını müthiş bir baş hareketi ile uçuşturarak dönüp gitmen… sadece bakıştığımız saniyeler için bile ne hikâyeler ne romanlar ne filmler ne şarkılar yazılır. Ah, bir bilsen. Ah, burada olsan da anlatabilsem…

O kadar çok şey var ki anlatmak istediğim, senden bahsetmek istediğim; nereden hangisinden başlamam gerekiyor, bilmiyorum.

Sanırım ilk olarak biraz önce bahsi geçen o muhteşem sarı saçlardan başlamak gerekiyor. Beline kadar uzanan o güneşte parlayan buğday sarısı rengindeki saçların o kadar muazzam ve bir o kadar da doğaldı ki… Belki bir başkasında sıradan durabilecek o saçların senin boyunla posunla ve o mükemmel yüzünle gösterdiği uyumu anlatacak kelimeler henüz bulunmadı, buna eminim.

Boyun posun demişken; yaklaşık 175cm boylarındasın, öyle tahmin ediyorum. En önemlisi de çoğu gösteriş budalası kız gibi kemik torbası değilsin, hatların belli oluyor; kadın gibi kadınsın yani. Taş gibi hatun derler ya, aynen öyle işte.

Masmavi gözlerini sanırım çok uzun bir süre unutamam. Belki de asla unutamam; kim bilir. O minik ve şirin burnunu, kiraz rengi dudaklarını da uzunca bir süre rüyalarımda görürüm artık, bir gün yeniden karşılaşmazsak tabi…

Belki bir gün, yeniden karşılaşırız beklenmedik bir anda. Yeniden, bakışır gülümseriz. Belki bir gün, ki umarım bir an önce gelir o gün. Söylerim belki, ne kadar güzel olduğunu… Merhaba!